Çarşamba, Ocak 21, 2015

Sosyal CED: Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirme (CSED) - 1



            Türkiye Barolar Birliği Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu ve Kırklareli Barosu tarafından 10-11 Ocak 2015 tarihinde Kırklareli’de düzenlenen ÇED Semineri sırasında da kulislerde konuştuk. Bu sohbetler sırasında Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirmesi CSED meselesi ilgi çekti. Bu konuda temel bazı bilgiler vermek için 2013 yılının son günlerine gelirken (08-10 Kasım 2013) düzenlenen “Uluslararası ÇED Kongresi”nde Prof. Dr. Coşkun Yurteri tarafından aktarılan bilgileri hatırlatmakta fayda var: Giriş bildirisinde, “ÇED çalışmalarının kalitesinin yükseltilmesi; ÇED'in karar alma sürecindeki rolünün kuvvetlendirilmesi ile denetim ve izleme kapasitesinin arttırılması gibi konularda sağlanan önemli gelişme ve iyileştirmelere karşın, ÇED konusunda yapılacak işler henüz bitmemiştir. Bu bağlamda, çok mühim bir konu da ülkemizde yürütülen ÇED süreçlerinin (“Ulusal ÇED Çalışmaları”), Uluslararası Kredi Kuruluşları tarafından benimsenen ve ülkemizde “Uluslararası ÇSED” olarak bilinen seviyeye çıkartılmasıdır.”

CED VE CSED:
            Ülkemizde 20 yıldır uygulamada olan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci önemli aşamalardan geçmiş olup; yapılan güncellemeler ile ÇED Yönetmeliği Avrupa Birliği (AB) ÇED Direktifi’ne önemli oranda uyum sağlamış durumdadır. Ancak, ÇED sürecinin toplam kalitesinin yükseltilmesi; ÇED çalışmalarının karar alma sürecindeki rolünün güçlendirilmesi, denetim ve izleme kapasitelerinin daha da arttırılması gibi konularda sağlanan çok önemli gelişme ve iyileştirmelere karşın, ÇED konusunda yapılacak işler henüz bitmemiştir.
            Bu bağlamda, çok mühim bir konu da ülkemizde yürürlükte olan ÇED sürecinin Uluslararası Finans Kuruluşları (UFK) tarafından benimsenen ve yaygın olarak “Uluslararası Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirme (ÇSED)” çalışmaları olarak bilinen seviyeye çıkartılmasıdır.
            Ülkemizde, yatırımlar için uluslararası kredi arayışına girildiği zaman Uluslararası ÇSED Raporu hazırlanması gereği ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, ulusal ÇED sürecini tamamlamış projeler ve hatta meri mevzuatımız açısından ÇED sürecine tabi olmayan projeler için bile kapsamlı ÇSED çalışmaları gerekli olabilmektedir.
            Günümüzde, enerji başta olmak üzere, ulaşım, sağlık, turizm, bilişim, savunma, havacılık makine, elektronik, tekstil, tarım ve gıda gibi pek çok değişik sektörde yer alan büyük ve çok uluslu lider kuruluşlar, tüm yatırım projelerini UFK’lar tarafından belirlenmiş standart, yönerge ve kurallara uygun olarak gerçekleştirmeyi hedeflemiş durumdadır.
            Bu hedefe yönelik strateji ve politikaların temelini oluşturan başlıca unsurlar; detay Çevre ve Sosyal Yönetim Planları (ÇYP ve SYP), Kirlilik Önleme ve Kontrolü, Trafik Yönetimi, Atık Yönetimi gibi konular başta olmak üzere muhtelif Eylem Planları, detay İzleme Planları, derinlemesine Sosyal Etki Değerlendirmesi (SED) ve Kümülatif Etki Değerlendirmesi (KED) gibi çalışmalardır.
            Yatırım projelerinin çevresel ve sosyal etki ve risklerini tanımlamak, irdelemek ve yönetebilmek amacıyla Eşitlikçi Prensipler (“Equator Principles”) doğrultusunda yürütülen ÇSED çalışmalarının başarı ölçütleri ise IFC ve EBRD gibi öncü finans kuruluşları tarafından Performans Standart ve Koşulları olarak ortaya konmuştur.
            Makalenin ilerleyen bölümlerinde çoğu zaman iki kısmen paralel veya ardışık süreç halinde yürütülen “Ulusal ÇED” ve “Uluslararası ÇSED” çalışmalarının birbirleriyle uyumlu hale getirilmesi için atılması gereken temel adımlar üzerinde durulmaktadır.

EŞİTLİKÇİ PRENSİPLER:
            Eşitlikçi Prensipler (EP), UFK’lar tarafından gönüllü olarak oluşturulmuş bir standartlar dizisidir. Proje finansmanında, çevresel ve sosyal risklerin değerlendirmesi ve yönetilmesine yönelik olarak bir yöntem arayışı içinde olan dokuz uluslararası bankanın konuyu tartışmak üzere Dünya Bankası ve IFC ile Ekim 2002’de yapmış olduğu bir toplantı, Ekvator Prensiplerini (EP) oluşturan ilk adım kabul edilebilir (Kayadelen, 2011).
            Bahse konu toplantının akabinde 2003’te lanse edilen EP, bilahare 2006’da gözden geçirilerek güncellenmiştir. Son revizyon ise Haziran 2013 ayında EP-III başlığı altında yayımlanmıştır. Bu prensipleri benimsediğini beyan eden finansman kurumları; “Ekvator Prensipleri Finansman Kurumu (EPFK)” olarak bilinip, belirlenmiş sosyal ve çevresel prosedür ve politikalara uymayacak ya da uyamayacak olan yatırım projelerine kredi vermemeyi taahhüt etmektedirler.
            Şeffaflık ilkesini benimseyen EPFK’lar uygulama ve deneyimleri hakkında, yılda en az bir kez resmi açıklama yapmayı da taahhüt etmektedirler. Proje finansmanını çevresel ve sosyal sorumluluk norm ve standartlarına bağlayan bu yaklaşım, EPFK’lar tarafından kabul edilebilir nitelikteki (“bankable” veya “EP/PS compliant”) yatırım projelerini, bu konularda daha duyarsız olan projelerden ayırt edebilme imkânı sunmaktadır.
            Halen dünya üzerindeki 35 değişik ülke menşeli 78 farklı finansman kurumu, EPFK konumundadır. Bu kurumlar, uluslararası piyasalarda proje finansmanının %70’ten fazlasını sağlamaktadır. Ülkemizde faaliyet gösteren dış kaynaklı iki banka haricinde, bu listede Türkiye kökenli bir kuruluş yoktur (www.equatorprinciples.com).
            Bazı EPFK’lar EP-III için bir geçiş süresi talep etmiş olup; bu geçiş dönemi 31 Aralık 2013'de sona erdi. Bu tarihten sonra yani 01 Ocak 2014 itibarıyla, EPFK’ların iş ve işlemleri EP-III uyarınca yürütülüyor. Bugün daha çok Ekvator Prensipleri olarak bilinen EP, önceleri “Greenwich Prensipleri” olarak adlandırılıyordu; zira bu konudaki danışma toplantıları Londra’nın bu banliyösünde yürütülmekte idi.
            Daha sonraları, bu prensiplerin iki yarım kürede de eşit olarak uygulanmasını çağrıştırmak amacıyla, İngilizce “equal” sözcüğü ile de benzeştirerek, Ekvator Prensipleri ismi benimsenmiştir. Aralarında bu makalenin yazarı da bulunan bazıları ise “Ekvator” yerine “Eşitlikçi” sözcüğünü kullanmaktadırlar. Her iki halde de EP; özellikle, farklı farklı ülkelerde eş zamanlı olarak yürütülen sınırlar ötesine taşan büyük uluslararası projelerde yatırımın tamamına yönelik bütünleşik hususların istikrarlı ve tutarlı bir yaklaşım ile irdelenmesini temin amacıyla geliştirilmişlerdir.
            Bugün sürdürülebilir proje finansmanı ve yönetiminde “altın standart” olarak kabul edilen EP, aşağıda verilen prensipleri (P-1 ila P-10) içermektedir (Kayadelen, 2011; IFC, 2012; www.equator-principles.com):

            P-1: Gözden Geçirme ve Kategorilere Ayırma (Review and Categorisation)
            P-2: Çevresel ve Sosyal Değerlendirme (Environmental and Social Assessment)
            P-3: Uygulanabilir Çevresel ve Sosyal Standartlar (Applicable Environmental/Social Standards)
            P-4: Çevresel ve Sosyal Yönetim Sistemi ve EP Eylem Planı (Environmental and Social Management System and Equator Principles Action Plan)
            P-5: Paydaş Katılım Planı (Stakeholder Engagement Plan)
            P-6: Şikayet Mekanizması (Grievance Mechanism)
            P-7: Bağımsız Değerlendirme (Independent Review)
            P-8: Taahhütler (Covenants)
            P-9: Bağımsız İzleme ve Denetim (Independent Monitoring and Reporting)
            P-10: Hesap Verebilirlik ve Şeffaflık (Reporting and Transparency)

            IFC ve EBRD, başta olmak üzere UFK’lar, “ölçemediğini geliştiremezsin” veya “ölçen bilendir” gibi ilkeler uyarınca, projelerde EP’ye ne ölçüde uyulduğunun tespiti için ortaya bazı ölçütler atmıştır.

* * *

            Çevresel Etki Değerlendirmesi bizim gibi riskleri iyi yönetemeyen ülkeler için yeterli değil. Daha derin ve sonuçları iyi öngörülmüş analizler için Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirme (ÇSED) süreçlerine ihtiyacımız var.
            Konuya sonraki yazılarda da devam edeceğim.
            Hep sevgi ile kalın.

            Murat SEVGİ
            http://twitter.com/muratsevgi

Pazar, Nisan 04, 2010

egemenlik

16 YAŞINDA BİR ÇOCUK
Ve ‘egemenlik’ üzerine...



Yakın tarihimizde Türkiye ekonomisi için çok önemli bazı tarihler vardır. Bu tarihler, büyük kararların ve sonrasında yaşanan değişimlerin doğum günleri oldukları için zihnimize kazınmıştır. Son 30 yılımızı şekillendiren, iç ve dış siyasi etkileri olan tarihlerden iki tanesi 24 Ocak ve 5 Nisandır.


Müsteşar olarak görev aldığı hükümetten son anda istifa ederek 12 Eylül askeri darbesi ile yasaklı duruma gelmekten kurtulan Turgut ÖZAL'ın imzasını taşıyor. ÖZAL, yaşanan darbe sürecine rağmen ekonominin yönetimini bırakmayıp, adeta dokunulmaz bir boyutta varlığını sürdürmüştür. Askerlerden kurulu Bülent ULUSU hükümetinde de sonrasında kurduğu parti ile kendi hükümetinde de ekonomi yönetimini ara vermeden sürdürmüştür.

Bu yönetim süresince Türkiye renkli televizyon, video ve marlboro gibi pek çok batı ürünü ile legal olarak karşılaştı. Serbest piyasanın her türlü serbestliği en üst seviyede yaşanırken ABD doları da aynı serbestlikten yararlanıp uçma fırsatı buldu! Aslında dolar filan uçmuyordu. Bizler maden kuyusuna inen bir asansördeki işçiler gibi yukarı baktığımız için, yüzeyde kalıp bizden uzaklaşanları uçuyormuş gibi görüyorduk. Gerçekte ise hızla yerin dibine doğru batmakta olan bizdik. Ülkeyi koruyan ekonomi duvarlarının çoğu yıkılmış yabancı şirketlerin paraları ve malları hoyratça ve özgürce at koşturabilir hale gelmişti. Bunun adı: 'Ekonomik serbestlik' di, 'Serbest Piyasa Ekonomisi' idi yada o gün akıl etselerdi: 'Ekonomik Açılım' dı!

Ülke içine düştüğü kör kuyunun farkına varmak için çevresine bakıp uyanma fırsatı ararken gündemi bu defa top sesleri bulandırdı. Güneyimizde ABD'nin şımarık evlatlığı Irak yönetimi, Batımızda da Rusya’nın huysuz kuzenleri Sırplar savaş çıkardılar... Biz de ekonomi derdini unutup savaşa bulaşmama hesapları yapmaya başladık.

Sonuçta o tantana arasında Türkiye’nin parasını pula çevirenler yaptıklarından utanacağına, pişkinliği iyice kavurup, ülkenin varını yoğunu satmanın derdine girildi. Köyünde kıt-kanaat geçinen insanlarını işadamı diye ortalarda dolaşan ağa bozuntusu 'kaplanların' önüne ucuz işçi olarak atmak uğruna gecekondu kültürünü standartlaştırmaya çalıştılar.

Köyler boşaldı, tarım, hayvancılık, yöresel üretim ve küçük esnaf dışlandı. Köylere ve küçük kasabalara kadar endüstri ürünlerinin girmesi sağlandı. Büyük markalar televizyonları kullanarak toplumu kandırmayı çok sevdi. Geri zekalı reklamcılar, yeni çıkan ürünü satabilmek için kendi ürünlerine bile kir attı: "DBD öldürür. Bu deterjanda LAB var!" Dediler. Bir Allah'ın kula da çıkıp bu güne kadar niye öldürücü ürünü sattın diye sormadı. (Bugün ABD ve AB yardakçılığı yapanlar şunu bilmeli: Aynı işler, ABD'de olsa adamı ne yaparlar? O demokrasi cennetinde(!) vatandaşını koruyan ve kollayan öyle yasalar var ki! Araştırın, oralarda demokrasi ne demekmiş bir görün!)

Köyler boşaldı, kırsalda yaşayan milyonlarca vatandaş yatağı yorganı sırtlayıp şehirlere geldi. Şehirlerin çevresinde mıknatısa toplanan demir tozları gibi öbek–öbek yığıldılar. Eğitim yoktu, beceri yoktu! Bizim kaplanlar, tam onlara göre işer icat ettiler...

Bu kadarı yetmezdi. Yarım asırdır Avrupa Ekonomik Topluluğu'na gireceğiz yalanı ile kandırılan vatandaş artık yalanı yemiyordu. Uyanmaya başlamıştı. 'Millet bu ayaklardan sıkılmıştı.'

Tam o sırada ülkenin gündemi yeniden değiştirildi. Türkiye yönetim zafiyeti içerisinde kıvranıyordu. 5 Nisan 1994 de “Krizden çıkmak için Türkiye tarihinin en büyük kemer sıkma programı açıklandı.” Birkaç haftalık kısa süreçte Türk parası, Dolar karşısında tarihinin en büyük değer kaybını yaşadı. 6 Nisan 1994 de “Hükümete beklenmedik şok. Hükümete güvenen Merkez Bankası faizi düşürünce devalüasyon oranı %24 e çıktı.

Bu başarıların mimarı olan iktidar, gitmeden önce, hediyesini de kucağımıza bırakmayı başardı: "Dünya Tarihinin En Büyük Kapitülasyonu", 6 Şubat 1995 tarihinde “Dışişleri Bakanları tarafından AB - Türkiye Gümrük birliği anlaşması karara bağlandı.” Başlıklı basın bülteni ile bildirildi. Bu karar; ortaklık Konseyi tarafından 6 Mart 1995 tarihinde kabul edildi. Bu olaylar dizisi iktidarın da sonu oldu: “Gümrük Birliği” ve “5 nisan kararları” dışında, birçok icraatı ve uygulamaları ile de gülünç durumlara düşülmesine sebep oldular. Bu iktidarın, ortaklarının ikisinin de adlarının başında “Profesör Doktor” unvanının bulunmasının, ayrı bir ironi oluşturması, mizah tarihi açısından da önemli bir saptamadır.

Aradan çok zaman geçti. O yıl doğan çocuklar bu yıl liseyi bitiriyor… Hayat devam ediyor. O gün atılan imzalar sayesinde; Hakkari’den Atlas Okyanusuna kadar, Hatay’dan Kuzey Buz Denizi kıyılarına kadar tek bir ekonomik coğrafyada yaşıyoruz. Büyük bir ekonomik birlikteliğin üyesiyiz. ‘Birliktelik’ kolay bir olgu değil. Buraya kadar tamam! Ama:

Bu olayda gözden kaçırılan çok önemli bir nokta var: Biz, Türkiye olarak; bazı egemenlik unsurlarımızı devrettik. Üçüncü ülkeler ile ilgili olarak; gümrük imtiyazlarımızı, ikili anlaşmalar yapabilme haklarımızı, karşılıklı muafiyetlerden doğan avantajlarımızı ve buna benzer birçok ‘hakkımızı’ kaybettik. Bağımsızlığımızın gerekleri olan bazı ‘egemenlik haklarını’ bu anlaşma ile Brüksel’e devrettik. (Eğer AB üyesi olursak; çok daha fazlasını devredeceğiz.)

Bu durumda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilebilir mi?

Dolayısıyla bugün; 16 yaşından küçük bir çocuğun, hayatı boyunca bir gün olsun ‘Tam bağımsız yaşa[MA]dığını’ söyleyebiliriz. Her yıl yaşanan ‘Egemenlik’ bayramlarında bunu daha iyi düşünmek gerekir. Mustafa Kemal, o bayramları, çocuklara; olmayan egemenliklerini kutlamaları için mi verdi!..

Ve bunu sağlayan imzayı atanlar, zafer kazanmış bir hükümdar edası ile gururlandılar. Bizler de güzel bir şeyler oluyor zannederek, o gün onları alkışladık! Yarın, aynı şeyleri söylememek için, vatandaş olarak bu gün, neyi alkışladığımızı bilmek zorundayız.

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ
msevgi@mental.com.tr

Not____:
Ağa bozuntusu, sömürgen, kemirgen işadamı müsveddelerini yazının bir yerinde kaplana benzetip, 'kaplanlar' olarak tarif ettim. Ama yazmayı bitirdikten sonra hatamı fark ettim: Kaplan yılında olduğumuz şu günlerde, yaban hayatının onurlu devleri ile ülkemizin parazitlerini aynı kefeye koyma gafletini göstermişim. Bunun için üzüntü duydum.

Çarşamba, Mart 31, 2010

Endüstri kültürü



ENDÜSTRİ KÜLTÜRÜ
Sanayileşmenin eksik tarafı

SANAYİLEŞME:
Kriz dönemlerinde işletmeler arayış içerisine girerler. Yeni pazarlar için tanıtıma yönelenlerin çoğu bu girişimlerinde başarılı olur. Ayrıca mevcut pazarlarda paylarını koruyanlar bu pazarlara sundukları ürünlerini daha ucuza imal edebilmenin derdi ile işletme içinde bazı düzenleme planları da yaparlar. Bu planların, öncelikli tek hedefi vardır. Bu hedef; mevcut gider kalemlerinin kısılmasını sağlamaktır. Yani tasarruf!

Tasarrufu sağlamanın yolu israfın belirlenmesi ve yok edilmesidir. İsraf edilen yerleri ortaya çıkarmak için malzeme ve gider oluşturan (elektrik, yakıt, su, kimyasal, ambalaj ve personel gibi) diğer kalemler kontrol altına alınmaya çalışılır. Bütün bu kontrol güdüsünün tetiklediği yegane yönelim otomasyondur.

Otomasyon en ekonomik üretim sistemidir. Ancak, otomasyon genellikle işler sıkıya geldiğinde tercih edilir. Kriz ile sıkıntıya giren işletme, rahat günlerinde sıkı tutmadığı bazı masrafları otomasyon sayesinde kısabileceğini görür.

Ülkemizde endüstrileşmenin en önemli faydası; istihdam olarak anlatılır. Ama endüstrileşme istihdamın en büyük düşmanıdır. Çünkü temel amacı üretimi en az girdi ile gerçekleştirmektir. Ve girdilerin başında istihdam gelir.

OTOMASYON VE İSTİHDAM BİRBİRİ İLE TERS ORANTILI UNSURLARDIR:
Bunu şu şekilde gösterebiliriz: X birim üretim yapan bir işletmenin 100 birim işçi ve sıfır otomasyon ile yaptığı bir işi olsun. Bu işletmenin otomasyona geçmesi ile birlikte aynı X birim işi 70 yada 60 birim işçi ile yapması durumu ortaya çıkmaktadır ki; bu tümüyle üretim politikasının işletme sahipleri tarafından iyi kavranamaması ile açıklanabilir. Yani otomasyona geçen işletme iş kapasitesini büyütmek yerine maliyet olarak gördüğü canlı işgücü miktarını azaltmayı tercih etmektedir. Aslında otomasyon sayesinde olması gereken; 100 birim işçi ile X birim iş üretmek yerine 2X birim iş üretimi yapmasıdır. Bu çelişkinin sebebi, İBDÜ (İşçi başına düşen Üretim) miktarını yükseltme politikasıdır. İşletmenin ‘vizyon yetersizliği’, planlama kusurları ve gelecek tahminlerinin eksik yada hiç olmaması sık görülen tablolardır.

Bu; kriz psikolojisinin birbirini tetikleyen zincirleme tepkilerinin ilk ayağını oluşturan korumacılık ve içe kapanma sendromunun sonucudur. Bu içe kapanma zincirleme bir küçülme, işçi çıkarma, kapasite azaltma, pazar kaybı, tekrar küçülme... sarmalını beraberinde getirir.

Kriz dönemlerinde, üretim sistemlerinde daha ileri teknoloji kullanmaya geçen işletmelerin personel çıkarma fırsatına kavuşmasının sebebi budur. Aslında olan, sadece işletme sahiplerinin yeterli iş vizyonu ve girişimci ruha sahip olmayan kısır ve kısıtlı kapasitelerinin sahip oldukları tesislerin işletilmesine yansıyan yanlış politikalar üretmesinin bir sonucudur. Kısacası; patronun -endüstri kültürü açısından- cahilliği, işi batırmasının tek sebebidir. Başka hiçbir sorumlu yoktur. Durumu, yaşadığım bir örnek üzerinden daha rahat anlayabiliriz:

2001 krizinin hemen sonrası idi. Sarsılan piyasalar, iş dünyasını iyice etkilemişti. İstanbul'da önde gelen yazılım firmalarından biri ile birlikte tekstil endüstrisine yönelik yazılım projeleri geliştiriyordum. İşletme giderlerinin büyük bir bölümünü oluşturan sabit gider kategorisindeki masrafları azaltmak isteyen firmalar için otomasyon çözümleri önemsenir olmuştu. Otomasyon sayesinde üretim proseslerinin düzene sokma şansı vardı. Bunun yanında; işletme daha iyi takip edildiği için daha çok siparişi işe dönüştürmenin mümkün olması işletme sahiplerinde de otomasyon taleplerini arttırmıştı.

Başta İstanbul olmak üzere; Çukurova, Gediz havzası, Bursa gibi tekstilin yoğun olduğu bölgeleri hedeflemiştik. Danışmanlık çalışmaları kapsamında tabii ki tekstilin yoğun olduğu Trakya bölgesinde de pek çok işletmeye ziyaretler yapıyorduk. Yine böyle bir ziyaret programına çıktık:

Birlikte çalıştığım yazılım firmasının genel müdürü İstanbul'dan geliyordu. Çorlu'daki büromda bir araya geldik. Vakit kaybetmeden yola çıktık. Gittiğimiz işletme bölgenin büyük (ortanın üstü) ölçekte üretim yapan tesislerinden biriydi. Ben ilk defa içine girecektim. Organize sanayi bölgesi içerisinde bulunan işletmenin bahçesine aracımızı park ettik. Binanın girişinde sekreter bizi karşıladı. İçeri girdiğimizde klasik, sarayları andıran, muhteşem bir dekorasyon ile karşılaştık. Giriş kapısının hemen karşısında balık gözü mercekle çekilmiş bir fotoğraf gibi kıvrılan ikiz merdivenler ve merdivenlerin arasında tavandan sarkan devasa bir avize "gör beni, gör beni" diye bağırıyordu... Üst kata çıktığımızda patronların sol tarafta, üst düzey müdürlerin ise sağ tarafta konuşlanmış makam odalarını gördüm. Sekreter bizi işletme müdürünün odasına yönlendirdi. İçeri girdiğimizde iki müdür, bizi bekliyordu. Mermer kaplı odada, oymalı-kakmalı ve iri ölçekli mobilyalar arasında ufak birer çocuk gibi kalmıştık.

Bu lüks ve ihtişam karşısında kendimizi, sanki az önce tozlu topraklı yollarından geçtiğimiz sanayi bölgesinde değil de Taksim-Beşiktaş-Bebek hattında, gizli bir Osmanlı sarayında devrik padişahın huzuruna çıkacakmış gibi hissettik.

Bu işte bir çarpıklık vardı, ama…

İŞLETME ORTAMI:
Osmanlı sarayı gibi döşenmiş girizgaha rağmen sonuçta bir tekstil işletmesi ile karşı karşıyaydık. Gittiğimiz tekstil işletmesinde fabrika müdürü ve işletme (üretim) müdürü ile tanıştık. Kapasitelerini, pazar ve ürün gamını tanıttıktan sonra fabrika müdürü yanımızdan ayrıldı.

İşletme müdürü ile birlikte üretim alanına keşfe çıktık. Depodan başlayarak ürünün geçirdiği aşamaları adım, adım takip edip paketleme ve sevkıyata kadar geldik.

Mevcut yapıyı görmek için bu gezinin yeterli olduğunu düşünen müdür, gezi sonunda bizi odasına geri götürdü. Çaylar söylendi ve konuşacak bir ortam oluşturuldu. Teknik yapı ile ilgili kafama takılan noktaları sorup notlar alıyordum. Birkaç sorudan sonra iyice sıkılan ortam, gündemi benim sorularımdan uzaklaştırdı. Birlikte geldiğim arkadaşım da konuyu değiştirdi. Önce futbol anlatılmaya başladı, sonra da diğer ıvır zıvır konulardan biri seçilip konudan konuya atlandı. Bu sefer de ben sıkılmıştım ve iyice bunalmıştım.

Futbol ve benzeri laylaylom (magazin) konulardan kurtulmak için bir mazeret uydurup odadan çıktım. Firmanın logosu işlenmiş özel halılar ile bezeli İtalyan graniti koridorlardan geçip, muhteşem merdivenleri (kaymadan) indikten sonra, benim araf kapısı dediğim (birazdan niye araf dediğimi anlarsınız) kapıyı açıp işletme kısmına geçtim.

Prefabrik yapı sistemi ile standart holler şeklinde yapılan üretim alanı dokuma kumaş, örgü kumaş, açık en boyama (baskı) ve örgü boyama gibi bölümlerden oluşuyordu. İşletmenin içerisinde dolaşan çok fazla işçi vardı! Depo ve sevkıyat bölümlerinde büyük elyaf balyaları ve kumaş topları arasında uzanmış ameleler, kendilerine iş gelmesini bekliyordu. Boyama işleminin kalbi olan boya mutfağında bir köşede duran eski tahta raflar ve ucuz çelik raflardan oluşan bir stand üzerine dizilmiş boyalar her yeri boya içinde kalmış işçiler tarafından boya kolileri ve variller merdiven yapılarak indirilip bindiriliyordu. Boya mutfağının hemen yanında boya çözme tankları dizilmiş, bu tanklarda sulandırılan boyalar borular vasıtası ile işletmeye sevk ediliyordu. Boya karıştırma tanklarının rutubetli alanı, kupkuru olması gereken boya ve kimyasal deposunun içinde, bir köşesindeydi.

Boya mutfağının içinde taban betonuna yapışmış (fikse olmuş) kalın bir boya tabakasının üzerinde dolaştıktan sonra yürüyen bir stampa gibi yerleri boyayarak işletme içinde gezmeye devam ettim.

Boyahane bölümünde keskin bir kostik buharı kokusu, Türk hamamını andıran nemli ve sıcak ortamın mistik yapısını bozuyordu. Her makinenin başında ceza nöbeti tutan askerleri andıran işçileri görünce makinelerin her an izlenmesi gereken, el yordamı ile yönetilen düşük teknolojili makineler olduğu rahatça anlaşılıyordu. Boyahane bölümü olarak kullanılan holün başında eski bir masanın üzerinde kartonlara yazılı parti ve sipariş kartlarını işleyen işçinin önündeki bilgisayara elindeki kartlardan bir şeyler yazdığını görünce yanına gittim. El ile doldurulan takip kartlarına girilen parti, boyama emri, proses gibi bilgileri bilgisayar ekranında kendi(!) geliştirdiği bir Excel dosyasına kaydedip amatör bir raporlama oluşturan işçinin diğer işçilere göre üst bir sosyal konumu olduğunu fark etmemek imkansızdı. Bana, yaptıklarını (böbürlenerek) anlatırken, yanımızda boş-boş gezen işçilerden birine; “oğlum iki çay kap bakiim” deyişindeki kendine güven ve babalanma durumu çok komikti.

Gelen siparişleri makinelerin kapasitelerine göre 300-500 kiloluk partilere ayırıp 1, 2, 3 diye numaralıyordu. Bunların üzerine de hazır durumdaki boya reçetelerini zımbalayıp yolluyordu. Reçeteler o mal için değil, standart bir ürün türü için laboratuarda önceden üretilmiş değerleri taşıyordu. Elyaf yada boyamayı yapacak makinenin kriterleri kimsenin umurunda değildi.

Olanla yetinmenin ötesinde genel bir ‘boş vermişlik’ havası tüm işçilerde hakim olmuştu.



KİM BUNLAR?:
Madem muhabbeti koyulaştırdık, çaylar da gelince iyice özele dalıp konudan konuya geçtik. Önce memleketimi soran adam, “Sabah seni patronlarla gördüm.” Derken aslında ne için geldiğimizi soran bir telepatik sinyal veriyordu. Biz otomasyon için geldik, müdür beyle görüşüyoruz dediğimde verdiği cevap ilginçti:

“Ne gerek var! Kim bilir kaç paradır?” Deyişinin içinde gizli duran “Biz ne güzel hallediyoruz.” İfadesini rahatça duyabiliyordum.

İşçi kısa sürede çözüldü. Ben de sıkı bir savcı edası ile topladığım istihbaratı değerlendirmeye başladım:

İşletmedeki işçilerin çoğu patronun köylüsüydü. Bir çoğunun eğitimi yoktu yada ilkokulu (formaliteden) bitirmiş milyonluk istatistiğin numuneleriydiler. Bu durum boş-boş dolaşan kalabalıkların sebebini açıklıyordu. Ama hepsi vasıfsız da değildi.

Patronun kardeşi ve üç yeğeni ile bunların kayın biraderleri ve enişteleri ile çekirdek kadro oluşturulmuştu. Tam bir aile(!) fabrikasıydı. Benzer özelliklere sahip, Lüleburgaz-Çorlu-Çerkezköy üçgeninde kurulu pek çok işletmeyi 90’ların ortalarında yaşanan ekonomik patlama(!)dan beri izliyorum. Bu vahim durum, tekstil işletmelerinin çoğunun kaderiydi ve bundan kurtuluş yolu da (o gün için) yoktu.

İşçiler, çok lüks bir sitede patrona ait dairelerde koğuş esası ile barındırılıyor, bir odada 4-5 işçi, usta ve vardiyacı gibi daha eli ayağı tutan görevlerde olanlar ise bir evde 4-5 işçi şeklinde yaşıyorlardı. Çoluk çocuk, eş, akraba hepsi köyde bırakılmıştı. Eee, ekmek derdine gelmişlerdi… Kolay mıydı?

Bir de gizli ortak (yada ortaklar) vardı. Bu gizli ortak patronun tekstil işine girmesinin sebebi olan ‘fikir babası’ ve yatırım danışmanıydı. Birkaç ülkede bağlantıları olan yurtdışı siparişler getiren bu ortak işletmede pek görünmüyordu. Yeni bir müşteri yada iş bağlantısı yakaladığı zaman avına son darbeyi yuvasında vuran bir kartal gibi müşteriyi işletmeye getiriyordu. Patronlar (yada ortaklar) da bu danışmanın (siz bu sıfatlara bir de pazarlamacıyı ekleyin) işletmeyi kendi fabrikası gibi görmesine alışmıştı. Bağlantıları sağlayan danışmanın, misafirlerin yanında ‘yatırımlarım’ edası ile kurbanlık bir dana gibi tanıtıp gezdirmesi sık görülen olaylardı. Bu sahne işçiler açısından aynı şatafat ve görkeme sahip değildi. Danışman geldiğinde, işçilerin deyimi ile tüm fabrikayı; ‘öttürüyordu’ Yani onun geleceğine yakın tüm fabrika teyakkuz durumuna geçiyor, işletmenin VIP bölümleri silinip paklanıyordu. Tekstil işletmeciliğinin ne olduğunu bilmeyen yatırımcı yada sözde iş adamı havasındaki misafirler bu VIP bölümünde ağırlanıyordu. Bazen de sosyetik tipler yada kartvizitinde ‘modacı’, ‘creatör’ (Evet, ‘Ö’ ile) yazan efemine beyefendiler ziyaret ediyordu.

Kendi memleketinde bir şekilde öz sermayeyi temin eden ve İstanbul piyasasına tüccar olarak giren, daha uzun yıllar sonra ticaretini yaptığı ürünleri imal etme yolunu seçen patron profili nispeten daha şanslıydı. Bu şans, hem sektörün eskilerinden olmalarına hem de pazarın içinden gelmelerine dayanıyordu. Özellikle 20. yüzyıl sonuna kadar, tekstilin kalbi olan Mahmutpaşa ve Sutanhamam çevresinde dükkanlarda toptan satış işleri ile ilgilenen, Anadolu’ya ürün satarak büyüyen tüccarlar, 80’li yıllar ile birlikte üreticiliğe de soyundular. Erken girenler ve -havlu, ev tekstili ve perde gibi- özellikli ürünleri seçenler daha şanslıydı. Ama, hem kapasite hem de finansal boyutları aşçısından- sektörün en büyük payına sahip olan örgü kumaş ve kumaş boyama işine yönelenler için aynı şanstan söz etmek zor. Tekrar işletmeye dönersek:

Özellikle boya mutfağında iyice kirlenmiştim. Boya, ellerime iyice bulaşmıştı. İşçilerin kullandığı lavabolara girdiğimde avucunda boya mutfağından aldığı beyaz bir toz bulunan işçi yanıma geldi. O tozu sabun gibi kullanarak elindeki ve yüzündeki boyaları sökmeye çalışıyordu. İşe de yaradı. Kimyasalı kullanan işçi, bir dakikada pıt diye temizleyip bembeyaz yapmıştı! Bu maddeler kanserojen, çok zararlı olabilir dediğimde cevap karşısında dehşete düştüm: “Ooo, ben geldiğimden beri kullanıyorum kimseye bir şey olmadı. Boş laf onlar!”

Yediğim fırça bana yetmişti… Sessizce önüme döndüm. Nefes alırken burnuma yapışan boyaları da o anda aynaya bakınca fark ettim. Benim ellerim de (muhtemelen kapı kollarından) boya içerisinde kalmıştı. Ben boyayı çıkarmak için lavabo yanında bulunan Arap sabununu kullandım. (Ama çıkmadı.)

İşçinin pratik zekası ile kullandığı kimyasaldan faydalanacak kadar cesur değildim. Yada: Canımı sokakta bulmadım.



DANIŞMANLIK:
Müdür odasına döndüğümde genel müdür arkadaşım, firmanın işletme müdürü ile maç sohbetine devam ediyordu. (Yok olduğumu fark etmemişlerdi bile!) Müdür, saatine bakıp;
- “İsterseniz yemeğe geçelim...” dedi ve kalktı. Biz de kalkıp deve kervanı gibi tek sıra olduk. Yemekhane üst kattaki makam odalarına çok uygun dekorasyona sahipti. Beyaz granit kaplı zemin ve çok kaliteli mobilyalar ile döşeli büyük bir salondu. Yemekhanede 8-10 kişi vardı. İki garson yemeklerimizi tabaklarda servis etti. Bizler konuşurken servisi yapan yemek şirketinin, İstanbul’un ünlü firmalarından biri olduğunu fark ettim.

Üst kat koridorunun bir köşesindeki camekandan işletmenin için izlenebiliyordu. Yemekhaneden çıkınca o kısımda durup, işletmeye bakarak kapasite oranlarını ve işletmenin verimlilik bilgilerini dinledik. O camekandan gösterilen kısımlar az önce benim gezdiğin kısımlara hiç benzemiyordu.

Tekrar odasına gittiğimizde müdür bize; tüm işletmenin otomasyona geçmesini planladıklarını söyledi. İlk günkü keşif gezisinden sonra bunu yapmak için gerekli projelendirmeyi bizden bekliyorlardı. Benzer durumdaki işletmeler ile daha önce de karşılaştığımız için projelendirme için fazla bir süre istemeyeceğimizi söyledik. İki gün sonrası için gün alıp işletmeden ayrıldık.

Dönüş yolunda arkadaşımla konuşurken, futbol muhabbetinden sıkılıp işletmenin içini gezdiğimi söyledim. Arkadaşım, kendisinin de futbolu sevmediğini ama bu iş için böyle şeyler gerektiğini anlattı. Cebinden bir kart çıkarıp bana verdi. Kartı elime aldığımda şaşkınlığım iyice artmıştı. Futboldan hoşlanmıyordu ama büyük bir takımın kongre delegesi olmuştu. Kartı alıp cebine koyarken, bana:
- “Artık işler işletmede bağlanmıyor! İş bağlamak, bu tip adamlar ile ‘prestij yarışı’ yapmaya bağlı. Sen işletme içerisinde gezerken biz, derbi maçına gitmek için sözleştik. Maçtan sonra ...” Dediğinde ben, arkadaşıma:
- “Dünyada bu tür ilişkiler olur, doğaldır. Ama prestij yarışının; mezun dernekleri, sosyal klüpler, iş dernekleri yada kariyerler ile yapılması gerekir.” Diye söylemeye başladığımda sözümü keserek:
- “Bende biliyorum. Ama burası Türkiye! Ülkenin bir ucu Afrika, diğer ucu Amerika şartlarında yaşıyor. Doğal olarak kültür düzeyi de; ‘nevi şahsına münhasır!’ bir halde.” Dediğinde işletmelerin yönetimine gelen profesyonellerin de patronların kültürel seviyesine indiğini iyice anladım.

Benim aklım işletmenin içine takılmıştı. Gerçekten de işletme içerisinde yapılabilecek çok şey vardı. Çok mükemmel bir işletmede danışmanlık hizmetinin etkisini gözlemlemek daha zordur.

İkinci buluşmada işletme de hazırlıklıydı. Tüm gün süren kapsamlı bir proje bilgilendirme etkinliği sunmaya başladık. İşletme içerisindeki üniteleri tek-tek ele alıp, kısımları ayrı-ayrı değerlendirdik.

Kısımlar ile ilgili otomasyon senaryoları anlatmaya başladık. Hepsini birden bir seferde anlatmamız işletme içinde heyecan yaratmıştı. Toplantıya kısım sorumluları ve ofis çalışanlarının birçoğu katılmıştı.

Patronlar, anlatılan her iyileştirme projesi için olumlu görüş söylüyordu. Yöneticilerin zaten soracağı bir şey bırakmayacak kadar detaylı anlatımlar yapıyorduk. Benzer projelerle gelen rakiplerle kıyaslandığımız kısa bir sorgulama süreci yaşadıktan sonra artık karar verme aşamasına gelindi. Biz dönüş yolunda birbirimize “bu iş oldu!” diyerek; yapılabilecekleri en üst düzeyde vermiş olmanın mutluluğu içine girdik. Artık, iş; ‘gelin, başlayın’ demeye kalmıştı.



HASAT ZAMANI:
İşletme müdürü ile birkaç defa telefonla konuştuk. Bir ay kadar zaman geçtikten sonra bizi işletmeye çağırdılar. Heyecan içinde gittik. Kapıcılar ve sekreterler ile uğraşmadan doğrudan görüşeceğimiz müdürün yanına çıkacak kadar samimi olmuştuk. Müdürün yanına gittiğimizde sıcak bir karşılama ile buyur edildik. Patronların projemizden çok etkilendiği ama şu anda o çapta bir çalışmanın bütçelerini çok zorlayacağı anlatıldı. Bunu kısa zamanda yapamayacakları, bir iki yıla yayarak bu işi bize yaptırmakta kararlı olduklarını söylediler. Öncelikle benim geliştirdiğim bir yazılımı almak istediklerini, bunun arkasının geleceğini belirten müdür lafı dolamayıp konuya doğrudan girmek istediğini belirtti ve: “Otomasyon için öncelikle sizin yazılımınızı almak istiyoruz. Ama ilk etapta lazım olan modüllerde indirim yaparsanız çok iyi olur. Bu konuda sizi mağdur etmeyiz. Sonraki aşamalarda bunu telafi ederiz.” Dedi. Almayı istediği ürün bizim iki gün boyunca anlatıp kafa patlattığımız projenin %1’lik kısmı bile olmayan küçük bir cihazdı. Açıkçası iki günlük mesaimizin giderini bile karşılayacak bir değerde değildi. Bu yetmezmiş gibi 5.000 Dolarlık modülü almak için bize 2.000 Dolar teklif ettiler!..

Biz de gelecekte vermeyi düşündüğümüz hizmetlerin ve iş bağlantısı yapmış olmanın yüzü suyu hürmetine %60’lık indirim yapacaktık. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyecektik.

Kaz bekleyecek durumda olsaydık gerçekten de kaz gibi yolunmaya razı olabilirdik. Ama bizim böyle bir bonkörlük yapabilecek durumumuz yoktu. Mali durumumuz sınırdaydı, yeterli finansmanımız yoktu. Yani bizim kümeste tavuk yoktu.

İşletme müdürüne: “Bizim kümeste tavuk kalmadı. O yüzden kaz bekleyerek tavuk dağıtamıyoruz.” Deyip işi bozmak da istemiyordum. Ama söylenecek söz gerçekten de buydu. O müdür ve patronu bu lafı yemeyi çoktan hakketmişti.

Ben bunları düşünerek dişlerimi sıkmış, haftalardır üzerinde çalışılan işin “boşa sardığını” fark etmenin sinirini dışarı vurmamaya çalışıyordum. Bir an önce oradan çıkıp boş bir arazide avazım çıktığı kadar bağırıp rahatlamak istiyordum. Benim çevremde olup bitenlere karşı ilgim tamamen yok olmuştu. Kendime geldiğimde gördüğüm tek şey; müdürün mor bir renk alan suratını hala hatırlıyorum. Ben ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Arkadaşım çantasını toplayıp odadan dışarıya çıkarken ben müdüre yöneldim. Tokalaşmak için elimi uzattığımda müdür tereddütlüydü. Çekinerek elini uzattı. Tokalaşıp, ‘Görüşürüz’ dediğimde arkadaşım koridordan seslendi: “Haydi Murat!” Ben küçük bir tebessüm patlatıp odadan çıktım. Arkadaşımın yanına gittiğimde birlikte dışarıya doğru yürümeye başladık. Başı önde, düşünceli ve kızgındı. Filmin en önemli yerini kaçırmıştım. Dahası içimde kalan birkaç lafı da söyleyememiştim. Arabaya bindiğimizde bir saniye içerisinde tavırları normale döndü. Ben, ne olduğunu sormaya çekiniyordum. Ama o, açıklamak için sormamı beklemeden hemen söyledi:
- “Bizim verdiğimiz fiyatın onda birini başka bir firmadan daha teklif almışlar. O teklifte, bir tek senin yaptığın modül eksik. O yüzden sadece senin modülü almak istediler!…” Dedi. Ben, o anda olup bitenleri duymadığıma dua ediyorum. Yoksa arkadaşım kadar sakin olamayabilirdim. Ben:
- “Peki, ne dedin de morardılar?” dediğimde bana aynen şunu söyledi:
- “Şu anda sizin yerinizde olsam, ben de onda bir fiyat vereni seçerim. Önce onu alıp bir deneyin. Sonra bize geldiğinizde, meseleyi daha iyi kavramış olursunuz. Böylece sizinle daha rahat anlaşırız. Ama şunu belirtmekte yarar var: İlk geldiğimiz firmalara uygulanan fiyat politikamız artık sizin için geçerli olmayacak. Bu işletme ürünlerinizi ancak liste fiyatları ile temin edebilir.”

O lafı söylediği sırada patronu da yanımızdaydı. Onun da morarıp morarmadığını bilmiyorum. Ama müdür gerçekten de işletmesi için bir şeyler yapmaya çalışan özverili bir mühendisti. Zaten proje sunumu sırasında gözleri parlayan tek kişi de oydu.

Sonuçta onlar tavuğu, biz de kazı kaçırdık.

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ

Perşembe, Mart 26, 2009

Bir ninninin anatomisi

  • Televizyon kültürü üzerine, kültür-kültür bir irdeleme.

Günümüz insanı toplumsal yapının bir parçası olmak yerine kendisini ve ailesini evine kapatıyor. Hem koruma güdüsü, hem de ekonomik yetersizliğin verdi hareket kısıtlılığı tercihinde etkili iki unsur. Bunun dışında, ev ortamında yapabildiği pasif etkinlikler de pek de önemli şeyler değil. Bu etkinliklerden en önemlisi televizyon seyretmek.

Televizyon seyirciliği, birçok ailenin ve bireyin zamanında çok yoğun bir yer tutuyor. Bu durum, tahmin edilenin çok üzerinde etkileri olan zaman kayıplarına neden oluyor.

Televizyon seyircisi, başka işlerle yada etkinlikler ile geçirebileceği zamanını hem hareketsiz, hem de anlamsız bir uğraş için heba ediyor.

Kendisinin fazla televizyon seyretmediğini söyleyen -ve öyle zanneden- bireylerde bile yaşam süresinin çok önemli bir kısmını heba edildiğini söyleyebiliriz.

Sadece haftanın bir günü televizyon karşısına geçtiğini söyleyen, tek bir dizinin yada programın izleyicisi için basit bir hesap yapalım.

Haftada bir gün, sadece iki saat televizyon seyrediyor.

Bu seyirci, iki yıl boyunca aynı diziyi yada programı izliyor olsun.

Yılda elli iki hafta, iki yılda yüz dört hafta aynı dizi yada programı takip ediyor.

Toplam iki yüz sekiz saat süreyi televizyon karşısında geçirmiş.

Bu süre tam gün çalışan birinin, bir maaş dönemi için işyerinde geçirdiği süreden fazladır. Ne kadar fazladır? Haftada altı gün çalışan bir kişinin bir ay iki günlük mesaisine denk bir süre kaybedilmiştir.

Yada başka bir hesapla, aynı sürede ortalama (dört dakikada bir sayfa) hızda okuyan birisi için 500 sayfalık 7 kitabı bitirmek mümkün. (Eğer okunacak kitaplar 300 sayfalık seçilirse okunabilecek kitap sayısı 11 adede çıkıyor.)

Burada belirtilen değerler, haftanın sadece bir gününde, sadece iki saatini televizyon karşısında geçiren bir kişinin kayıplarını göstermektedir.

Aslında 2004 yılında yapılmış bir araştırmaya göre Türkiye’de sabit ücretli (memur, işçi ve emekliler) bireylerin ortalama günlük televizyon tüketimi bile, iki saatin çok üzerinde. (Günlük ortalama televizyon tüketimi üç buçuk saat.)

Yani yukarıda belirttiğim sayıları yedi ile çarpıp daha sonra da, bunun üzerinde (iki katına yakın) bir değer düşünmemiz gerekiyor.

Örnekleri kitapla verdik öyle devam edelim. Haftada bir gün, iki saat televizyon seyretmenin, kaybettirdiği zamanda 300 sayfalık, 11 kitap okunabiliyor demiştik.





Şimdi bunu bütün hafta için hesaplarsak: 77 kitap yapıyor!!!

Bu sayı günde iki saatlik tüketim için hesaplanmıştır.

Eğer istatistikteki gibi üç buçuk saat süreyi esas alırsak; 132 adet kitap yapar.

Ki bu sayı, sadece iki yıllık bir dönemi kapsadığı düşünüldüğünde çok ciddi bir birikimdir.

Emin olun birilerinin bu kadar çok kitap okumasını istemeyenler olacaktır.


Kim istemez?

· Ülkemizi ellerinde tutan dış güçler istemez.

· Türkiye’yi sömüren güçler istemez.

· Onlara hizmet eden politikacılar[1] istemez.

· Onlara hizmet eden bürokratlar1 istemez.

· Onlara hizmet eden iş çevreleri1 istemez.[2]

· Kısıtlı bilgilerini matah bir uzmanlık edası ile sunan danışmanlar[3] istemez.

· Ağalar, derebeyler[4] istemez.

· Şeyhler, şıyhlar, cemaatleri kontrol edenler[5] istemez.

· Asalak takımından toplumu kemiren[6] kim varsa istemez.

· İstemez oğlu istemez[7].

Siz en iyisi televizyon seyretmeye devam edin.

Murat SEVGİ


__________________
[1] Politikacılar, bürokratlar ve is adamları: Ben bunlara kısaca “iktidarı elinde tutanlar” diyorum. (İktidarı elinde tutmakla iktidar olmak arasındaki farkın farkına varıldığı güne kadar…)

[2] Yayıncılar ve kitap işi ile uğraşanları ‘duygusal sebeplerle’ bunun dışında tutabiliriz.

[3] Danışmanlar: Verdikleri bilgilerin ne denli sıradanlaşmış şeyler olduğunu, kitaplarda zaten var olan bilgileri kendi ‘özgün’ fikir ve görüşleri imiş gibi sunduğunu fark ederler diye korkar, bunun için okumalarını istemez.

[4] Ağalar, derebeyleri: Güdümü altında tuttuğu insanlar, ağalık ve derebeylik sisteminin çoktan çöktüğünü fark eder diye korkar, bunun için okumalarını istemez.

[5] Şeyhler, şıyhlar, cemaatleri kontrol edenler: Bireyler kitap okur da, dinin gereklerini, şekillerini ve gerçeklerini öğrenir diye korkar, bunun için okumalarını istemez.

[6] Asalak takımından toplumu kemirenler: Toplumun her kesiminden insanlar çevrelerini daha iyi görür hale gelir ve olup bitenleri birilerinin yardımı olmadan algılar diye korkar, bunun için okumalarını istemez.

[7] İstemez oğlu istemez: Bilginin kötülüğü ve pisliği temizlemek için en güçlü deterjan olduğunu fark eden bireyler, okudukça daha çok okur hale gelir. Bilinçlendikçe bilinçlenme isteği de artar. Artık televizyon dışındaki diğer haşerenin de farkına varır diye korkar, bunun için okumalarını istemez.

Çarşamba, Mart 18, 2009

3012

Farklı bir uzay macerası!

Arthur C. CLARKE’IN bir uzay macerası üzerine…

Bir anda çağlar geçirdik.
Nice nesiller eskittik.
Bu yeni dünya haline
Bizler bugünlerden vardık.

Her şey güllük gülistanlık.
Eh, artık keyfe usandık.
Bu kadar olur mu bolluk.
Biraz da gerekir darlık.

Alışınca sevmez olduk.
Keder elem arar olduk
Acı-zulüm hasret kaldık.
Hele yokluk ve de darlık.

* * *
Acıyı katık yaparak,
Zehri üstüne serperek,
Ekmek arası dürerek,
Lokmaları arar olduk.

Sıkıntıdan hastalıktan
Doktor-doktor gezmez olduk
Sağlamları hasta eden
hastaneler görmez olduk

Onun bunun yok azarı
Nerde bu ceza yazarı?
Bürokrasiyi unuttuk
Elde evrak koşmaz olduk.

* * *

Çamur, çukur her köşesi
Yollarını arar olduk.
İçine kamyon düşesi
Çukurları arar olduk.

Sokaklarda derelerin
Kavşaklarda çağlayanın
Lağım dolmuş salonların
Konforunu arar olduk


Postal çeken balıkçının,
Donla yüzen kayıkçının,
Sahildeki akşamcının,
Gülüşünü arar olduk.

* * *

Kahvelerde işsizlerin,
Okeyini arar olduk.
Çay parası olmayınca,
Voltaları arar olduk.

Kalabalık sokaklarda
İte-kaka koşmaz olduk.
Sokaklarda volta atan,
Aylakları arar olduk.

Kuyruk-sıra-can pazarı
Sövülmeye hasret kaldık.
Arar olduk, arar olduk.
Kalan var mı? Arar olduk!


Murat SEVGİ
18 MART 2009 - ÇARŞAMBA

Pazartesi, Mart 16, 2009

  • Serbest piyasacı Milton Friedman, 2006’da öldü.
  • Thomas Friedman, ABD`nin en önemli köşe yazarlarından biri. New York Times gazetesindeki köşesinden, yıllardır, Amerikan saldırganlığını, işgalleri, katliamları, İsrail siyonizmini `aklayan` makaleler yazmakta. Ateşli savunucusu olduğu Amerikan emperyalizminin özünü pek iyi anladığı, küreselleşmenin 'daniskası' denilebilecek bir sistemin ütopik savunucusu, 1999`da yayınlanan `Lexus ve Zeytin Ağacı` adlı kitabın yazarı.
  • Bir de; ABD'nin Ortadoğu politikasının "B Planı" olarak da görebileceğimiz sistemin askerlerinden biri olarak; George Friedman diye biri var.Şeyimizi sallasak Friedman'a çarpıyor diye, karıştırmamak için birincisine "MF", ikincisine "TF", üçüncüsüne "GF" diyelim...

Şimdi bizim konumuz olan "GF",

"Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Bush ve siyasetinin çöpe atılması ile birlikte çöpe atıldı. Sonuçta BOP'da başkanı ile birlikte tarihin çöplüğünü boyladı."Bu yorum güzel de gerçekçi değil.Peki gerçek ne?Gerçek şu ki: ABD politikaları, siyasi partilerin, eğilimlerin ve halkın gündelik isteklerinin çok daha üzerinde bir bilinç ile hazırlanır. Yanı bir politik girişimin hükümet politikası olması için bin dereden su getirilr. Bu bin dereden gelen sular içilip bitirilmeden fikirler eyleme geçmez. (Adamlar bu metodları Osmanlının 6 asırlık deneyiminden almış kullanmışlar.)Eğer BOP, ABD'nin dış politika portföyüne girmişse, bu politik yönelim, öyle Obama, bubama, şubama için değiştirilez. Bizim, monşer diyerek, biraz hasetle, biraz da imrenme (hatta kıskanma) ile ötekileştirdiğimiz dış politika askerleri, diplomatlar bunun için ötekileşirler.

Çünkü devletler toplumun tümünü yükseltemez. Ama yükseltilmiş bireylere ihtiyaç duyulan yerler vardır.Bu bireylerin ortaya çıkarılması gereken en önemli alan, diplomasidir.İşte "geri kalmakta direnen[1]" ülkelerde, toplumun tümünde bir yükseliş mümkün olmadığı için sokak kültürünün 'seçilmişleri' devlet politikalarının sürekliliğinin önünde direnç gösterirler.Çünkü; süreklilik için gerekli sebeplerin mantalitesine hakim olamazlar.Aksine gelişmeyi değişimde ararlar.

* * *

Ama ABD Türkiye ile ilgili;

  • NATO bölgesel stratejisini planlarken,
  • Ortadoğu'nun ekonomi-politini planlarken,
  • Rus-Türk ilişkilerini planlarken,
  • Asya Enerji statejilerini planlarken,

en önemlisi de;

  • Türkiye'yi planlarken

Kökleri XIX Y.Y.'a kadar uzanan kemikleşmiş politikalarını uygular.

* * *

FRIEDMAN meselesinde de durum böyledir.Hiçbir fikirden, emelden, plandan dönülmemiştir.Aynı oyun (seneryo), farklı bir senaristin elinde masaya getirilmiştir.

George Çift V Bush, dönemindeki gibi üst düzey politikalar ile yutturulamayan ilaç, ülkedeki dinsel öğelerin yoğunlaşması ve öne çıkması durumu da göz önüne alınarak DİPTEN GELEN eğilimler haline getirilmeye çalışılmaktadır.Yani İslam birliği, Asyanın lideri, Ortaduğunun lider ülkesi gibi daha popilist söylemler geliştirilmiştir.Böylece aynı ilaç ya içilecek, ya içilecek! Denilmeye çalışılmaktadır.

Planın geri kalmakta direnen ülkelerdeki anlık politika değişimleri gibi, son dakika operasyonu olmadığı da kesindir.Son zamanlarda yaşanıyor gibi görünen RUS-TÜRK yakınlaşmasını gazetelerden okuyup sevinenler için şunu da belirtmekte yarar vardır: "ABD, sırf bu yakınlaşmayı kırmak istiyor da! onun için yeni açılımlar yapmıştır." yorumu hatalıdır.

ABD, Friedman'ı en az 2-3 yıldır bu operasyona hazırlıyor olmalı.Çünkü; "Gelecek 100 Yıl 21. Yüzyıl İçin Öngörüler" isimli kitap kısa soluklu bir çalışmanın eseri değildir.Sonuç olarak ABD'de siyasi eğilimler değişmiştir, ama politika değişmemiştir.

Artık bizim de siyaset ile politikanın farklı şeyler olduğunu anlamamız gerekmektedir.

Politikaları oluşturanların, siyasilerin siyasal bilgisizlikleri ile mücadele edebilecek güçlü, azimli iradelere sahip olması gerekmektedir.

Allah onlara güç versin.

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ
16 MART 2009 Pazartesi


_______________

[1] Geri kalmakta Direnen: Yıllardır ülkemizi, "gelişmekte olan" diye saçma sapan bir guruba alıyorlar.Geliştiğimizi zannedenler yada öyle görünmemizi isteyenlerin bir hezeyanı olan bu fikirsizlik halinin anlaşılır mazereti yoktur. "Satın al kullan" ve "Kuzu kuzu itaat" üzerine kurulu sistemin çarpıklığını kör görüyor, sağır duyuyor'

Cuma, Mart 06, 2009

1Dolar, 2 Lira Olur mu?

Hedefleri belirlemesi gerekenler, hedeflerin hedefinde kalırsa, böyle olur.Avcı, vahşi serbest piyasa ormanında elindeki yetersiz silahlar ile kondisyondan yoksun bir halde, gıdasız, hastalıktan yeni çıkmış, bitkin, genetik olarak;cılız ve bezeri olarak; yetersiz bir konumdadır.Bu onun, aslında avcı görünümlü bir avdan başka birşey olmadığının bir göstergesidir.Avcının ormandaki gerçek avcıların avı olmamasının tek sebebi, avcıların gözüne; lezzet ve doyuruculık ifadesi düşük bir bedene sahip olmasıdır.

Yani; eti-budu pek yerinde olmayan kemikli bir av olarak rağbet görmemektedir.

* * *

1 doların 1 liraya eşit olabileceği söylentileri 2008 yazı ve hemen sonrasına rastlar.Aslına bakarsanız; 2008 krizin içinde boğuşan dünyanın kötü dönemlerinden biridir.Krizin başlangıcı yada görünür işaretleri; 2006 yılında, etkilerini göstermeye başladı.2007 ve 2008 ise tam bir olgunlaşma dönemiydi.Bunu görmek için 2006 yılı gazetelerinde ekonomi manşetlerine bakmak yeterli.

PEKİ TÜRKİYE NEDEN FARKETMEDİ?
(Aynı soruyu şöylede sorabiliriz: "Türkiye Hükümeti, krizi ne zaman haber aldı?"

"ONİKİDEN TEĞET GEÇME" KAVRAMI NE DEMEK?

* * *

Türkiye gibi geri kalmakta direnen ülkelerde "iktidarı elinde tutanlar" bile, toplumun üretimin farkına varmadığı sürece kalkınmanın makyajdan öte giden bir etkisinin olmayacağını bilmektedir.Ama ellerinde tuttukları "rantı" kaybetmemek uğruna, rantabıl köşebaşlarında keyiflerini bozmadan günlerini geçirebilme kaygısı ile seslerini çıkarmıyorlar.

* * *

Kriz, salt ticari anlamı olan bir tanım değildir. Ticari anlamının yanında PSİKOLOJİK bir olaydır.Zaten, borsalar ve piyasalar tümüyle TİCARİ-PSİKOLOJİK dengenin üzerinde yürür.Bu yeni bir tanım da değildir.Arz ve talep olgusu içinde insani duyuları taşır.İnsani olan herşey de psikolojiktir.

* * *

2 Liraya giden yolu nasıl bozarız?:
2001 yılına kadar süren ve bozulmadan, değişmeden yürüyen bir enflasyon ivmesi ile yaşadık.60'lı yılların hayalleri gerçekleşti.Her mahalleye bir milyoner planlamışlardı.Hepimiz milyoner olduk!1 Dolar, 1.670 e kadar çıktı.
Geçen 8-9 yılda Dolar-Lira dengesi bu değerine hiç ulaşamadı.İşte o günlerde yaşanan iyi gidişin sebebi iktidar yada dış piyasaların etkisi değildi.
1999 depremi ülkenin en üretken bölgesi olan Marmarada büyük kayıplara neden oldu.
Deprem sonrası Türkiye'nin en zengin ve bölgelerinde o güne kadar planlanmamış bir üretim yaşandı.
Gerçek ekenomi; "üretim" olduğu için biz ister istemez etkilenmez bir zırha büründük.
Böylece bizler "ASYA KRİZİ" nin etkilerine çok geç bir dönemde maruz kaldık.İşte 2001 yılında, Dünyada işler yoluna girmişken yaşanan krizin nedeni budur.

* * *

2 Liraya giden yolu nasıl bozarız?:
2002 sonrası yaşanan hertürlü talana ve yalana rağmen yaşamsal ihtiyaçlarını gidermw yolundaki insanlar sayesinde büyük bir taban ekonomisi yükü sırtladı.
Tarımürünleri değersizleşti.
Süt sudan ucuz hale geldi.
Gelirler düştü.
Sonrasında harcamalar da düştü.
Sonuçta enflasyon da düştü.
Hatta eksi çıktı.

Gelelim sadede:

2001 yılına kadar sabit iveli bir yükseliş gösteren enflasyon, o tarihten beri öngörülen çizgisini yakalayamadı.

9 yıllık bir öngörü sapmasının stresi altında olan piyasalar, çizginin altında kalan bu ivmenin baskısını hep yaşadılar. (Bu baskı içeride görülen bir olgu değil. Dış piyasaların Türkiyer ekonomisi değerlendirirken göz önünde tuttuğu menfi bir etki.)
Eğer 2009 içerisinde yakın vadeli, "Kalkınma hamlesi", "Yatırımların Desteklenmesi", "İstihdamın Yeni İşletmeler ile Yükseltilmesi" gibi projeler ile;
  • tüketim canlandırılmaz ise
  • ihtihdam arttırılmaz ise durum daha da kötü olur.
Tüketimi canlandırmak adına çek gibi uygulamalar tamamen saçmalık.

Böyle bir tüketim teşviki TALAN ekenomisine gidişi getirir.
Tüketim, dolaylı yollar kullanılarak canlandırılmalıdır.
Yatırımlar yoluyla, işgücünü oluşturarak, vatandaşın kendi azandığı paraları harcaması ile!İş gücü çalışacak ortamlara kavuşur ve eline geçen parayı "umutla" harcarsa işte o zaman durum iyi olur.

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ
06 MART2009-CUMA