Çarşamba, Mart 31, 2010

Endüstri kültürü



ENDÜSTRİ KÜLTÜRÜ
Sanayileşmenin eksik tarafı

SANAYİLEŞME:
Kriz dönemlerinde işletmeler arayış içerisine girerler. Yeni pazarlar için tanıtıma yönelenlerin çoğu bu girişimlerinde başarılı olur. Ayrıca mevcut pazarlarda paylarını koruyanlar bu pazarlara sundukları ürünlerini daha ucuza imal edebilmenin derdi ile işletme içinde bazı düzenleme planları da yaparlar. Bu planların, öncelikli tek hedefi vardır. Bu hedef; mevcut gider kalemlerinin kısılmasını sağlamaktır. Yani tasarruf!

Tasarrufu sağlamanın yolu israfın belirlenmesi ve yok edilmesidir. İsraf edilen yerleri ortaya çıkarmak için malzeme ve gider oluşturan (elektrik, yakıt, su, kimyasal, ambalaj ve personel gibi) diğer kalemler kontrol altına alınmaya çalışılır. Bütün bu kontrol güdüsünün tetiklediği yegane yönelim otomasyondur.

Otomasyon en ekonomik üretim sistemidir. Ancak, otomasyon genellikle işler sıkıya geldiğinde tercih edilir. Kriz ile sıkıntıya giren işletme, rahat günlerinde sıkı tutmadığı bazı masrafları otomasyon sayesinde kısabileceğini görür.

Ülkemizde endüstrileşmenin en önemli faydası; istihdam olarak anlatılır. Ama endüstrileşme istihdamın en büyük düşmanıdır. Çünkü temel amacı üretimi en az girdi ile gerçekleştirmektir. Ve girdilerin başında istihdam gelir.

OTOMASYON VE İSTİHDAM BİRBİRİ İLE TERS ORANTILI UNSURLARDIR:
Bunu şu şekilde gösterebiliriz: X birim üretim yapan bir işletmenin 100 birim işçi ve sıfır otomasyon ile yaptığı bir işi olsun. Bu işletmenin otomasyona geçmesi ile birlikte aynı X birim işi 70 yada 60 birim işçi ile yapması durumu ortaya çıkmaktadır ki; bu tümüyle üretim politikasının işletme sahipleri tarafından iyi kavranamaması ile açıklanabilir. Yani otomasyona geçen işletme iş kapasitesini büyütmek yerine maliyet olarak gördüğü canlı işgücü miktarını azaltmayı tercih etmektedir. Aslında otomasyon sayesinde olması gereken; 100 birim işçi ile X birim iş üretmek yerine 2X birim iş üretimi yapmasıdır. Bu çelişkinin sebebi, İBDÜ (İşçi başına düşen Üretim) miktarını yükseltme politikasıdır. İşletmenin ‘vizyon yetersizliği’, planlama kusurları ve gelecek tahminlerinin eksik yada hiç olmaması sık görülen tablolardır.

Bu; kriz psikolojisinin birbirini tetikleyen zincirleme tepkilerinin ilk ayağını oluşturan korumacılık ve içe kapanma sendromunun sonucudur. Bu içe kapanma zincirleme bir küçülme, işçi çıkarma, kapasite azaltma, pazar kaybı, tekrar küçülme... sarmalını beraberinde getirir.

Kriz dönemlerinde, üretim sistemlerinde daha ileri teknoloji kullanmaya geçen işletmelerin personel çıkarma fırsatına kavuşmasının sebebi budur. Aslında olan, sadece işletme sahiplerinin yeterli iş vizyonu ve girişimci ruha sahip olmayan kısır ve kısıtlı kapasitelerinin sahip oldukları tesislerin işletilmesine yansıyan yanlış politikalar üretmesinin bir sonucudur. Kısacası; patronun -endüstri kültürü açısından- cahilliği, işi batırmasının tek sebebidir. Başka hiçbir sorumlu yoktur. Durumu, yaşadığım bir örnek üzerinden daha rahat anlayabiliriz:

2001 krizinin hemen sonrası idi. Sarsılan piyasalar, iş dünyasını iyice etkilemişti. İstanbul'da önde gelen yazılım firmalarından biri ile birlikte tekstil endüstrisine yönelik yazılım projeleri geliştiriyordum. İşletme giderlerinin büyük bir bölümünü oluşturan sabit gider kategorisindeki masrafları azaltmak isteyen firmalar için otomasyon çözümleri önemsenir olmuştu. Otomasyon sayesinde üretim proseslerinin düzene sokma şansı vardı. Bunun yanında; işletme daha iyi takip edildiği için daha çok siparişi işe dönüştürmenin mümkün olması işletme sahiplerinde de otomasyon taleplerini arttırmıştı.

Başta İstanbul olmak üzere; Çukurova, Gediz havzası, Bursa gibi tekstilin yoğun olduğu bölgeleri hedeflemiştik. Danışmanlık çalışmaları kapsamında tabii ki tekstilin yoğun olduğu Trakya bölgesinde de pek çok işletmeye ziyaretler yapıyorduk. Yine böyle bir ziyaret programına çıktık:

Birlikte çalıştığım yazılım firmasının genel müdürü İstanbul'dan geliyordu. Çorlu'daki büromda bir araya geldik. Vakit kaybetmeden yola çıktık. Gittiğimiz işletme bölgenin büyük (ortanın üstü) ölçekte üretim yapan tesislerinden biriydi. Ben ilk defa içine girecektim. Organize sanayi bölgesi içerisinde bulunan işletmenin bahçesine aracımızı park ettik. Binanın girişinde sekreter bizi karşıladı. İçeri girdiğimizde klasik, sarayları andıran, muhteşem bir dekorasyon ile karşılaştık. Giriş kapısının hemen karşısında balık gözü mercekle çekilmiş bir fotoğraf gibi kıvrılan ikiz merdivenler ve merdivenlerin arasında tavandan sarkan devasa bir avize "gör beni, gör beni" diye bağırıyordu... Üst kata çıktığımızda patronların sol tarafta, üst düzey müdürlerin ise sağ tarafta konuşlanmış makam odalarını gördüm. Sekreter bizi işletme müdürünün odasına yönlendirdi. İçeri girdiğimizde iki müdür, bizi bekliyordu. Mermer kaplı odada, oymalı-kakmalı ve iri ölçekli mobilyalar arasında ufak birer çocuk gibi kalmıştık.

Bu lüks ve ihtişam karşısında kendimizi, sanki az önce tozlu topraklı yollarından geçtiğimiz sanayi bölgesinde değil de Taksim-Beşiktaş-Bebek hattında, gizli bir Osmanlı sarayında devrik padişahın huzuruna çıkacakmış gibi hissettik.

Bu işte bir çarpıklık vardı, ama…

İŞLETME ORTAMI:
Osmanlı sarayı gibi döşenmiş girizgaha rağmen sonuçta bir tekstil işletmesi ile karşı karşıyaydık. Gittiğimiz tekstil işletmesinde fabrika müdürü ve işletme (üretim) müdürü ile tanıştık. Kapasitelerini, pazar ve ürün gamını tanıttıktan sonra fabrika müdürü yanımızdan ayrıldı.

İşletme müdürü ile birlikte üretim alanına keşfe çıktık. Depodan başlayarak ürünün geçirdiği aşamaları adım, adım takip edip paketleme ve sevkıyata kadar geldik.

Mevcut yapıyı görmek için bu gezinin yeterli olduğunu düşünen müdür, gezi sonunda bizi odasına geri götürdü. Çaylar söylendi ve konuşacak bir ortam oluşturuldu. Teknik yapı ile ilgili kafama takılan noktaları sorup notlar alıyordum. Birkaç sorudan sonra iyice sıkılan ortam, gündemi benim sorularımdan uzaklaştırdı. Birlikte geldiğim arkadaşım da konuyu değiştirdi. Önce futbol anlatılmaya başladı, sonra da diğer ıvır zıvır konulardan biri seçilip konudan konuya atlandı. Bu sefer de ben sıkılmıştım ve iyice bunalmıştım.

Futbol ve benzeri laylaylom (magazin) konulardan kurtulmak için bir mazeret uydurup odadan çıktım. Firmanın logosu işlenmiş özel halılar ile bezeli İtalyan graniti koridorlardan geçip, muhteşem merdivenleri (kaymadan) indikten sonra, benim araf kapısı dediğim (birazdan niye araf dediğimi anlarsınız) kapıyı açıp işletme kısmına geçtim.

Prefabrik yapı sistemi ile standart holler şeklinde yapılan üretim alanı dokuma kumaş, örgü kumaş, açık en boyama (baskı) ve örgü boyama gibi bölümlerden oluşuyordu. İşletmenin içerisinde dolaşan çok fazla işçi vardı! Depo ve sevkıyat bölümlerinde büyük elyaf balyaları ve kumaş topları arasında uzanmış ameleler, kendilerine iş gelmesini bekliyordu. Boyama işleminin kalbi olan boya mutfağında bir köşede duran eski tahta raflar ve ucuz çelik raflardan oluşan bir stand üzerine dizilmiş boyalar her yeri boya içinde kalmış işçiler tarafından boya kolileri ve variller merdiven yapılarak indirilip bindiriliyordu. Boya mutfağının hemen yanında boya çözme tankları dizilmiş, bu tanklarda sulandırılan boyalar borular vasıtası ile işletmeye sevk ediliyordu. Boya karıştırma tanklarının rutubetli alanı, kupkuru olması gereken boya ve kimyasal deposunun içinde, bir köşesindeydi.

Boya mutfağının içinde taban betonuna yapışmış (fikse olmuş) kalın bir boya tabakasının üzerinde dolaştıktan sonra yürüyen bir stampa gibi yerleri boyayarak işletme içinde gezmeye devam ettim.

Boyahane bölümünde keskin bir kostik buharı kokusu, Türk hamamını andıran nemli ve sıcak ortamın mistik yapısını bozuyordu. Her makinenin başında ceza nöbeti tutan askerleri andıran işçileri görünce makinelerin her an izlenmesi gereken, el yordamı ile yönetilen düşük teknolojili makineler olduğu rahatça anlaşılıyordu. Boyahane bölümü olarak kullanılan holün başında eski bir masanın üzerinde kartonlara yazılı parti ve sipariş kartlarını işleyen işçinin önündeki bilgisayara elindeki kartlardan bir şeyler yazdığını görünce yanına gittim. El ile doldurulan takip kartlarına girilen parti, boyama emri, proses gibi bilgileri bilgisayar ekranında kendi(!) geliştirdiği bir Excel dosyasına kaydedip amatör bir raporlama oluşturan işçinin diğer işçilere göre üst bir sosyal konumu olduğunu fark etmemek imkansızdı. Bana, yaptıklarını (böbürlenerek) anlatırken, yanımızda boş-boş gezen işçilerden birine; “oğlum iki çay kap bakiim” deyişindeki kendine güven ve babalanma durumu çok komikti.

Gelen siparişleri makinelerin kapasitelerine göre 300-500 kiloluk partilere ayırıp 1, 2, 3 diye numaralıyordu. Bunların üzerine de hazır durumdaki boya reçetelerini zımbalayıp yolluyordu. Reçeteler o mal için değil, standart bir ürün türü için laboratuarda önceden üretilmiş değerleri taşıyordu. Elyaf yada boyamayı yapacak makinenin kriterleri kimsenin umurunda değildi.

Olanla yetinmenin ötesinde genel bir ‘boş vermişlik’ havası tüm işçilerde hakim olmuştu.



KİM BUNLAR?:
Madem muhabbeti koyulaştırdık, çaylar da gelince iyice özele dalıp konudan konuya geçtik. Önce memleketimi soran adam, “Sabah seni patronlarla gördüm.” Derken aslında ne için geldiğimizi soran bir telepatik sinyal veriyordu. Biz otomasyon için geldik, müdür beyle görüşüyoruz dediğimde verdiği cevap ilginçti:

“Ne gerek var! Kim bilir kaç paradır?” Deyişinin içinde gizli duran “Biz ne güzel hallediyoruz.” İfadesini rahatça duyabiliyordum.

İşçi kısa sürede çözüldü. Ben de sıkı bir savcı edası ile topladığım istihbaratı değerlendirmeye başladım:

İşletmedeki işçilerin çoğu patronun köylüsüydü. Bir çoğunun eğitimi yoktu yada ilkokulu (formaliteden) bitirmiş milyonluk istatistiğin numuneleriydiler. Bu durum boş-boş dolaşan kalabalıkların sebebini açıklıyordu. Ama hepsi vasıfsız da değildi.

Patronun kardeşi ve üç yeğeni ile bunların kayın biraderleri ve enişteleri ile çekirdek kadro oluşturulmuştu. Tam bir aile(!) fabrikasıydı. Benzer özelliklere sahip, Lüleburgaz-Çorlu-Çerkezköy üçgeninde kurulu pek çok işletmeyi 90’ların ortalarında yaşanan ekonomik patlama(!)dan beri izliyorum. Bu vahim durum, tekstil işletmelerinin çoğunun kaderiydi ve bundan kurtuluş yolu da (o gün için) yoktu.

İşçiler, çok lüks bir sitede patrona ait dairelerde koğuş esası ile barındırılıyor, bir odada 4-5 işçi, usta ve vardiyacı gibi daha eli ayağı tutan görevlerde olanlar ise bir evde 4-5 işçi şeklinde yaşıyorlardı. Çoluk çocuk, eş, akraba hepsi köyde bırakılmıştı. Eee, ekmek derdine gelmişlerdi… Kolay mıydı?

Bir de gizli ortak (yada ortaklar) vardı. Bu gizli ortak patronun tekstil işine girmesinin sebebi olan ‘fikir babası’ ve yatırım danışmanıydı. Birkaç ülkede bağlantıları olan yurtdışı siparişler getiren bu ortak işletmede pek görünmüyordu. Yeni bir müşteri yada iş bağlantısı yakaladığı zaman avına son darbeyi yuvasında vuran bir kartal gibi müşteriyi işletmeye getiriyordu. Patronlar (yada ortaklar) da bu danışmanın (siz bu sıfatlara bir de pazarlamacıyı ekleyin) işletmeyi kendi fabrikası gibi görmesine alışmıştı. Bağlantıları sağlayan danışmanın, misafirlerin yanında ‘yatırımlarım’ edası ile kurbanlık bir dana gibi tanıtıp gezdirmesi sık görülen olaylardı. Bu sahne işçiler açısından aynı şatafat ve görkeme sahip değildi. Danışman geldiğinde, işçilerin deyimi ile tüm fabrikayı; ‘öttürüyordu’ Yani onun geleceğine yakın tüm fabrika teyakkuz durumuna geçiyor, işletmenin VIP bölümleri silinip paklanıyordu. Tekstil işletmeciliğinin ne olduğunu bilmeyen yatırımcı yada sözde iş adamı havasındaki misafirler bu VIP bölümünde ağırlanıyordu. Bazen de sosyetik tipler yada kartvizitinde ‘modacı’, ‘creatör’ (Evet, ‘Ö’ ile) yazan efemine beyefendiler ziyaret ediyordu.

Kendi memleketinde bir şekilde öz sermayeyi temin eden ve İstanbul piyasasına tüccar olarak giren, daha uzun yıllar sonra ticaretini yaptığı ürünleri imal etme yolunu seçen patron profili nispeten daha şanslıydı. Bu şans, hem sektörün eskilerinden olmalarına hem de pazarın içinden gelmelerine dayanıyordu. Özellikle 20. yüzyıl sonuna kadar, tekstilin kalbi olan Mahmutpaşa ve Sutanhamam çevresinde dükkanlarda toptan satış işleri ile ilgilenen, Anadolu’ya ürün satarak büyüyen tüccarlar, 80’li yıllar ile birlikte üreticiliğe de soyundular. Erken girenler ve -havlu, ev tekstili ve perde gibi- özellikli ürünleri seçenler daha şanslıydı. Ama, hem kapasite hem de finansal boyutları aşçısından- sektörün en büyük payına sahip olan örgü kumaş ve kumaş boyama işine yönelenler için aynı şanstan söz etmek zor. Tekrar işletmeye dönersek:

Özellikle boya mutfağında iyice kirlenmiştim. Boya, ellerime iyice bulaşmıştı. İşçilerin kullandığı lavabolara girdiğimde avucunda boya mutfağından aldığı beyaz bir toz bulunan işçi yanıma geldi. O tozu sabun gibi kullanarak elindeki ve yüzündeki boyaları sökmeye çalışıyordu. İşe de yaradı. Kimyasalı kullanan işçi, bir dakikada pıt diye temizleyip bembeyaz yapmıştı! Bu maddeler kanserojen, çok zararlı olabilir dediğimde cevap karşısında dehşete düştüm: “Ooo, ben geldiğimden beri kullanıyorum kimseye bir şey olmadı. Boş laf onlar!”

Yediğim fırça bana yetmişti… Sessizce önüme döndüm. Nefes alırken burnuma yapışan boyaları da o anda aynaya bakınca fark ettim. Benim ellerim de (muhtemelen kapı kollarından) boya içerisinde kalmıştı. Ben boyayı çıkarmak için lavabo yanında bulunan Arap sabununu kullandım. (Ama çıkmadı.)

İşçinin pratik zekası ile kullandığı kimyasaldan faydalanacak kadar cesur değildim. Yada: Canımı sokakta bulmadım.



DANIŞMANLIK:
Müdür odasına döndüğümde genel müdür arkadaşım, firmanın işletme müdürü ile maç sohbetine devam ediyordu. (Yok olduğumu fark etmemişlerdi bile!) Müdür, saatine bakıp;
- “İsterseniz yemeğe geçelim...” dedi ve kalktı. Biz de kalkıp deve kervanı gibi tek sıra olduk. Yemekhane üst kattaki makam odalarına çok uygun dekorasyona sahipti. Beyaz granit kaplı zemin ve çok kaliteli mobilyalar ile döşeli büyük bir salondu. Yemekhanede 8-10 kişi vardı. İki garson yemeklerimizi tabaklarda servis etti. Bizler konuşurken servisi yapan yemek şirketinin, İstanbul’un ünlü firmalarından biri olduğunu fark ettim.

Üst kat koridorunun bir köşesindeki camekandan işletmenin için izlenebiliyordu. Yemekhaneden çıkınca o kısımda durup, işletmeye bakarak kapasite oranlarını ve işletmenin verimlilik bilgilerini dinledik. O camekandan gösterilen kısımlar az önce benim gezdiğin kısımlara hiç benzemiyordu.

Tekrar odasına gittiğimizde müdür bize; tüm işletmenin otomasyona geçmesini planladıklarını söyledi. İlk günkü keşif gezisinden sonra bunu yapmak için gerekli projelendirmeyi bizden bekliyorlardı. Benzer durumdaki işletmeler ile daha önce de karşılaştığımız için projelendirme için fazla bir süre istemeyeceğimizi söyledik. İki gün sonrası için gün alıp işletmeden ayrıldık.

Dönüş yolunda arkadaşımla konuşurken, futbol muhabbetinden sıkılıp işletmenin içini gezdiğimi söyledim. Arkadaşım, kendisinin de futbolu sevmediğini ama bu iş için böyle şeyler gerektiğini anlattı. Cebinden bir kart çıkarıp bana verdi. Kartı elime aldığımda şaşkınlığım iyice artmıştı. Futboldan hoşlanmıyordu ama büyük bir takımın kongre delegesi olmuştu. Kartı alıp cebine koyarken, bana:
- “Artık işler işletmede bağlanmıyor! İş bağlamak, bu tip adamlar ile ‘prestij yarışı’ yapmaya bağlı. Sen işletme içerisinde gezerken biz, derbi maçına gitmek için sözleştik. Maçtan sonra ...” Dediğinde ben, arkadaşıma:
- “Dünyada bu tür ilişkiler olur, doğaldır. Ama prestij yarışının; mezun dernekleri, sosyal klüpler, iş dernekleri yada kariyerler ile yapılması gerekir.” Diye söylemeye başladığımda sözümü keserek:
- “Bende biliyorum. Ama burası Türkiye! Ülkenin bir ucu Afrika, diğer ucu Amerika şartlarında yaşıyor. Doğal olarak kültür düzeyi de; ‘nevi şahsına münhasır!’ bir halde.” Dediğinde işletmelerin yönetimine gelen profesyonellerin de patronların kültürel seviyesine indiğini iyice anladım.

Benim aklım işletmenin içine takılmıştı. Gerçekten de işletme içerisinde yapılabilecek çok şey vardı. Çok mükemmel bir işletmede danışmanlık hizmetinin etkisini gözlemlemek daha zordur.

İkinci buluşmada işletme de hazırlıklıydı. Tüm gün süren kapsamlı bir proje bilgilendirme etkinliği sunmaya başladık. İşletme içerisindeki üniteleri tek-tek ele alıp, kısımları ayrı-ayrı değerlendirdik.

Kısımlar ile ilgili otomasyon senaryoları anlatmaya başladık. Hepsini birden bir seferde anlatmamız işletme içinde heyecan yaratmıştı. Toplantıya kısım sorumluları ve ofis çalışanlarının birçoğu katılmıştı.

Patronlar, anlatılan her iyileştirme projesi için olumlu görüş söylüyordu. Yöneticilerin zaten soracağı bir şey bırakmayacak kadar detaylı anlatımlar yapıyorduk. Benzer projelerle gelen rakiplerle kıyaslandığımız kısa bir sorgulama süreci yaşadıktan sonra artık karar verme aşamasına gelindi. Biz dönüş yolunda birbirimize “bu iş oldu!” diyerek; yapılabilecekleri en üst düzeyde vermiş olmanın mutluluğu içine girdik. Artık, iş; ‘gelin, başlayın’ demeye kalmıştı.



HASAT ZAMANI:
İşletme müdürü ile birkaç defa telefonla konuştuk. Bir ay kadar zaman geçtikten sonra bizi işletmeye çağırdılar. Heyecan içinde gittik. Kapıcılar ve sekreterler ile uğraşmadan doğrudan görüşeceğimiz müdürün yanına çıkacak kadar samimi olmuştuk. Müdürün yanına gittiğimizde sıcak bir karşılama ile buyur edildik. Patronların projemizden çok etkilendiği ama şu anda o çapta bir çalışmanın bütçelerini çok zorlayacağı anlatıldı. Bunu kısa zamanda yapamayacakları, bir iki yıla yayarak bu işi bize yaptırmakta kararlı olduklarını söylediler. Öncelikle benim geliştirdiğim bir yazılımı almak istediklerini, bunun arkasının geleceğini belirten müdür lafı dolamayıp konuya doğrudan girmek istediğini belirtti ve: “Otomasyon için öncelikle sizin yazılımınızı almak istiyoruz. Ama ilk etapta lazım olan modüllerde indirim yaparsanız çok iyi olur. Bu konuda sizi mağdur etmeyiz. Sonraki aşamalarda bunu telafi ederiz.” Dedi. Almayı istediği ürün bizim iki gün boyunca anlatıp kafa patlattığımız projenin %1’lik kısmı bile olmayan küçük bir cihazdı. Açıkçası iki günlük mesaimizin giderini bile karşılayacak bir değerde değildi. Bu yetmezmiş gibi 5.000 Dolarlık modülü almak için bize 2.000 Dolar teklif ettiler!..

Biz de gelecekte vermeyi düşündüğümüz hizmetlerin ve iş bağlantısı yapmış olmanın yüzü suyu hürmetine %60’lık indirim yapacaktık. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyecektik.

Kaz bekleyecek durumda olsaydık gerçekten de kaz gibi yolunmaya razı olabilirdik. Ama bizim böyle bir bonkörlük yapabilecek durumumuz yoktu. Mali durumumuz sınırdaydı, yeterli finansmanımız yoktu. Yani bizim kümeste tavuk yoktu.

İşletme müdürüne: “Bizim kümeste tavuk kalmadı. O yüzden kaz bekleyerek tavuk dağıtamıyoruz.” Deyip işi bozmak da istemiyordum. Ama söylenecek söz gerçekten de buydu. O müdür ve patronu bu lafı yemeyi çoktan hakketmişti.

Ben bunları düşünerek dişlerimi sıkmış, haftalardır üzerinde çalışılan işin “boşa sardığını” fark etmenin sinirini dışarı vurmamaya çalışıyordum. Bir an önce oradan çıkıp boş bir arazide avazım çıktığı kadar bağırıp rahatlamak istiyordum. Benim çevremde olup bitenlere karşı ilgim tamamen yok olmuştu. Kendime geldiğimde gördüğüm tek şey; müdürün mor bir renk alan suratını hala hatırlıyorum. Ben ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Arkadaşım çantasını toplayıp odadan dışarıya çıkarken ben müdüre yöneldim. Tokalaşmak için elimi uzattığımda müdür tereddütlüydü. Çekinerek elini uzattı. Tokalaşıp, ‘Görüşürüz’ dediğimde arkadaşım koridordan seslendi: “Haydi Murat!” Ben küçük bir tebessüm patlatıp odadan çıktım. Arkadaşımın yanına gittiğimde birlikte dışarıya doğru yürümeye başladık. Başı önde, düşünceli ve kızgındı. Filmin en önemli yerini kaçırmıştım. Dahası içimde kalan birkaç lafı da söyleyememiştim. Arabaya bindiğimizde bir saniye içerisinde tavırları normale döndü. Ben, ne olduğunu sormaya çekiniyordum. Ama o, açıklamak için sormamı beklemeden hemen söyledi:
- “Bizim verdiğimiz fiyatın onda birini başka bir firmadan daha teklif almışlar. O teklifte, bir tek senin yaptığın modül eksik. O yüzden sadece senin modülü almak istediler!…” Dedi. Ben, o anda olup bitenleri duymadığıma dua ediyorum. Yoksa arkadaşım kadar sakin olamayabilirdim. Ben:
- “Peki, ne dedin de morardılar?” dediğimde bana aynen şunu söyledi:
- “Şu anda sizin yerinizde olsam, ben de onda bir fiyat vereni seçerim. Önce onu alıp bir deneyin. Sonra bize geldiğinizde, meseleyi daha iyi kavramış olursunuz. Böylece sizinle daha rahat anlaşırız. Ama şunu belirtmekte yarar var: İlk geldiğimiz firmalara uygulanan fiyat politikamız artık sizin için geçerli olmayacak. Bu işletme ürünlerinizi ancak liste fiyatları ile temin edebilir.”

O lafı söylediği sırada patronu da yanımızdaydı. Onun da morarıp morarmadığını bilmiyorum. Ama müdür gerçekten de işletmesi için bir şeyler yapmaya çalışan özverili bir mühendisti. Zaten proje sunumu sırasında gözleri parlayan tek kişi de oydu.

Sonuçta onlar tavuğu, biz de kazı kaçırdık.

Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ

Hiç yorum yok: