Salı, Ocak 27, 2009

Globus

1. GİRİŞ
Müşteriler tarafından kullanılan ev kredilerinin ödenememesi sonucunda, bankalarda yaşanan büyük zararlar ve ardından gelen iflaslar ile başlamış gibi görünen bir kriz ile karşı karşıyayız. Görünen semptomları 2008’in ikinci yarısında yoğunlaşsa da 2007’nin son çeyreğine kadar giden işaretlerden söz edilmektedir. İçinde bulunduğumuz kriz, finansal yapısı sebebi ile; Asya krizi ve daha önceki Rusya krizinden farklı bir şekil oluştursa da aslında aynı -büyük- hareketin, gittikçe büyüyen dalgalarından biridir. Tüm politikacılar ve ekonomistler; krizin etkilerinin iki yıl içerisinde giderile(bile)ceğini ve 2010 ortalarında başlayarak tekrar düzenli bir ekonomik sistemin yürüye(bile)ceğini beyan ediyorlar...

Lâkin durum bağımsız bir kriz dalgasının vuruşu değildir.

Bugün yaşananlar, büyük felaketin -yaşanan- son dalgasının yarattığı yıkımın etkilerinden kurtulmak yada korunmak üzere geçici politikalar icat etmeye çabalarından başka bir şey değildir. Bugün, büyük savaşın son dalgasının tepe noktasına doğru ilerleyen bir yerlerdeyiz.
Önümüzde, para kısıtlılığının ve belirsizliğin etkisi ile artan durgunluğun etkilerini yok etme politikalarının kuşattığı bir süreç bizleri bekliyor. Kuru kuruya; “tüketimi tavsiye eden” politikalar, yerini tüketime yönlendiren teşvikçi politikalara bırakacak. Tüketmek, hem para hareketi oluşturmayı, hem de krizin yükünü paylaşmayı amaçlayan bir etkiye sahip.
Bununla birlikte doğal bir eğilim olarak; tutumluluk, bu görüşün tam zıttı fikirleri çağrıştırıyor. Ve tarafsız bir akıl, kararını her durumda tutumluluktan yana verir. Ama, karmaşık ekonomik sistemlerin, basit ticari kurallarda olduğu gibi, düz mantıkla üretilmiş davranışlar sergilemesi de beklenmemeli.
Binlerce yıldır, süregelen silahlı savaşların en büyük sebebi olan ekonomi, artık kendi başına bir muharebe metodu olarak güç mücadelesindeki yerini aldı. Bu savaşın asker sınıfı üretenler. Yani, çiftçiler, sanatkarlar ve işçiler. ‘Üreten’ olgusu, sanayi devrimi ile birlikte belirginleşen bir sınıfın tanımı ile birebir örtüşmekle birlikte, üreten kesimin toplumun tümüne homojen bir dağılım olması, sınıf tanımı içinde ele alınmasını engelliyor. Bu sebeple üretenleri, toplumun tümünün -hatta hayvanların ve makinelerin de- az yada çok benimsediği bir eğilim olarak görmek daha doğru olur. Bu şekli ile ‘üreten’ eğilimlerin kitlesine de ‘üretim toplumu’ diyebiliriz.
20. yüzyılın ikinci yarısı ile birlikte, yeniden tanımlanan başka bir eğilim de tüm insanların -hatta hayvanların ve makinelerin de- doğal üyesi olduğu bir toplum: Tüketim toplumu.
Üretkenler ve tüketkenler arasında yerimizi almış olmamız, ülkeler arasında yaşanan ekonomik savaşın askerleri olmak anlamını da taşıyor. Sonuçta bizler, yeni savaşın silahları; cüzdanlar yeni savaşın şarjörleri; para da yenisi savaşın mermileri.
Bunca yeni metaforun yanında, hayatta kalmak, ölüm ve mücadele değişmeyen olgular olarak insanlığın son savaşında yerleri koruyor.
Krizler, büyük savaşın planlı hücumlarından başka bir şey değil. İster kontrollü, ister kendiliğinden başlamış ve gelişmiş olsun tüm savaşlar gibi gücünü insanların hırslarından alan parasal muharebeler, saldıran ve savunan tarafların varlığı ve stratejileri göz önüne alındığında, yaşananlar tam bir savaş.

2. DALGA YAPISI
‘Büyük Savaş’ın ekonomik anlamdaki ilk çatışmaları sanayi devrimi ile birlikte gözlemliyoruz. Özellikle endüstriyel üretimin artması ve insan eli ile üretilmesi mümkün olmayan boyutlarda üretimlerin gerçekleştirilmesi sayesinde önemli bir boyut kazandı. Avrupa ve Amerika’da yaşanan makineleşme yarışı tümüyle bir savaşçı psikolojisi ile gelişti. Zaten top ve tüfekle yapılan savaşların da asıl hizmeti ekonomik savaşın galibiyetini güçlendirmektir. 2. Dünya savaşı ile birlikte kanlı yöntemler terk etmiş gibi göründe de son 60 yılın tarihindeki kan, her iki dünya savaşındaki kanın kat ve kat üstünde olmuştur.
Büyük savaşın yapısını daha net görebilmek için son üç dalganın, karmaşık gibi görünen resim içerisinden izole edilerek göz önüne serilmesi, gelecek tahminlerinin doğruya en yakın sonuçlarla yapılabilmesini sağlayacaktır.
Bu amaçla, içinde bulunduğumuz dalga da dahil, son üç dalganın; oluşumunu öncesi ve sonrası ile ele almak faydalı olacaktır.

2.A. BİRİNCİ DALGA
80’li yıllarda Rusya’nın yaşadığı ağır ekonomik sıkıntılar, artık birliği oluşturan diğer devletleri ‘Sovyet’ çatısı altında tutabilmesini güçleştiriyordu. İsyanlar ve ayaklanmalar ile ortaya çıkacak kötü senaryoyu gören, Gorbaçov yönetimi, baskıcı ve sert yöntemleri bırakmayı seçti. Değişim ve yenilik sloganları arasında parçalanma yavaş-yavaş başladı. Uygulanan politika en az kan ile süreci sona erdirmekti. Kriz güçlü dalgası olanca gücüyle Sovyet Birliğine çarparken asıl amaç; toplumunu büyük bir Sovyet pazarı haline getirmekti. Ama yan etki olarak, Sovyetler dağılmış ve irili ufaklı onlarca devlet ortaya çıkmıştı. Asıl amacın sonuçlarının oluşması oluşan yeni siyasi durum yüzünden biraz gecikmeye uğradı. Çünkü yeni devletler, kendilerini hiç planlamadıkları bir bağımsızlık hareketinin zaferi ile kucaklaşmış halde buldular. Her şey olup bittikten sonra Rusya, yaşananların farkına varma şansını yakaladı.
Bu yeni durum, Gorbaçov’un iktidarını da ortadan kaldırdı. Ama iş işten geçmiş, Glastnost ve Prestroyka derken birden kendilerini onlarca Türk Cumhuriyeti ile karşı karşıya bulmuşlardı.
Kriz dalgasının şiddeti Sovyetler Birliği’nin dağılması ile en güçlü noktasına ulaştı. İşte bu yıkılışın etkisi ile, sistemini Sovyetlere bağlı olarak oluşturmuş ülkeler de boşlukta kaldılar. Ama bu boşluk sadece ekonomik bir boşluk değildi. Sovyetler Birliği’nin, kontrolündeki ülkelere ihraç ettiği ideoloji ve sosyal model artık desteğini kaybetmişti.
İlk domino taşının ardından komşu devletler de eş zamanlı olarak sarsıntının etkilerine maruz kaldılar. Etkilenen ikincil ülkeler, yansıma olarak, daha çok siyasal ve toplumsal krizler yaşadı.
Sovyetlerden ayrılan ülkeler bağımsızlık sarhoşluğu içinde, olup bitenleri fark edemese de bu değişim doğu-batı sınırını oluşturan Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya gibi uydu devletlerde büyük sosyal etkiler yaptı.
Yaşanacak travmayı -ve bunun etkisi ile etnik parçalanma ihtimalini- erken fark eden[1] Bulgaristan; toprakları içerisindeki Türk vatandaşlarını sindirmeye başladı. 1989 ve öncesinde yaşanan asimilasyon uygulamasının nedeni; etnik ayrışmanın filizlenmesini önleme politikasıdır. Sonuçta dönemin Türkiye hükümetinin de katkısı ile Bulgaristan üniter yapısını korumuştur.
Ama Yugoslavya’da, Bulgaristan örneğindeki düzeyde baskın bir hakim ulus bulunmaması, aksine çok parçalı etnik yapı böyle bir sindirmeyi -önceden- yapmaya mümkün kılmadı. Bunun yerine kendilerini hakim ulus yerine koyan Sırplar; önce Yugoslavya’nın sonrada -sözde Büyük- Sırbistan’ın sahipliğine soyundular. Sonuçta kan ve kin ile dolu bir süreç; ulus devletlerin ortaya çıkışı hazırladı. Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan ve Makedonya gibi ülkeler ile tanıştık. (Daha sonraki bir süreçte buna Kosova da eklendi.)
Romanya’da halk arasından öne çıkan yeni politikacılar, boşta kalan idarenin ellerine geçişini Çavuşesku ailesinin kanıyla kutladılar. Bu kan, hem halkın, geçmişe olan kinini eritti. Hem de yeni yönetim için sanki kazanılmış ilk zafer gibi tarihe yazıldı.
Soğuk savaş döneminde -jeopolitik olarak- aynı guruba girmekle birlikte Doğu Almanya için farklı bir kader çizilmişti. Yaşanan tüm parçalanma hikayelerinin arasında, ‘Alman farkı’ denilebilecek bir duruş ortaya koydular. İki Almanya birleşerek Avrupa’nın en büyük ulus devletini oluşturdu. Doğu Almanya para birimi Ostmark’ı terk etti. Yeni ülkede, 1990 yılından itibaren Federal Almanya’nın Deutschemark’ı kullanılmaya başlandı.
Bu sırada, Türkiye yönetim zafiyeti içerisinde kıvranıyordu. 5 Nisan 1994 de “Krizden çıkmak için Türkiye tarihinin en büyük kemer sıkma programı açıklandı.”[2] Birkaç haftalık kısa süreçte Türk parası, Dolar karşısında tarihinin en büyük değer kaybını yaşadı. 6 Nisan 1994 de “Hükümete beklenmedik şok. Hükümete güvenen Merkez Bankası faizi düşürünce devalüasyon oranı %24 e çıktı.”[3] Anı iktidar, gitmeden önce, tarihin en büyük kapitülasyonu olan Gümrük Birliği[4] hediyesini de kucağımıza bırakmayı başardı. Bu olaylar dizisi[5] iktidarın da -hayırlısıyla- sonu oldu.
Ama olan ülkemize oldu. Gümrük Birliği, demir bir fetiş aksesuarı gibi boynumuzdaki yerini aldı. Olup bitenlere sessiz kalmayıp, zamanında gerekli tepkileri gösteren, bu söylemleri sayesinde daha sonraki dönemlerde koltuğa kavuşan politik şahsiyetler; koltuğa oturma sırasında geçirdikleri transformasyonun yan etkisi olarak, mazoşist bir psikolojinin, ‘kabullenici’ tutumunu içselleştirmeyi strateji olarak benimsediler.

2.B. İKİNCİ DALGA
Yaşanan; 2 Dünya Savaşına, sonrasındaki hakimiyet dalaşına, teknolojideki devrimsel yeniliklere ve sosyal değişimlere rağmen yirminci yüzyılın tümünde dik durmayı başaran, en büyük ülke: Çin. Bu sessiz dev, sıradaki dalganın hedefine koyduğu yeni kurbanıydı. Binlerce yıllık tarihi, dünyanın diğer kısmı ile olan somut farklılıkları, binlerce yıllık inanç yapısı ile kapalı bir kutu.
Çok kalın bir kabuk ile korunuyor görüntüsü veren Çin’in içine nüfuz edilemediği için hemen dibindeki ülkeler etki altına alındı. Bunun sebebi; söz konusu devletlerin, Çin ile kültürel ve sosyal yakınlıklarının bulunduğu sanısı idi. (Batıdan bakıldığında benzer gibi görünen bu ülkeler, aslında birbirlerine hiç benzemezler. Üstelik benzeri batı ülkelerinde de görülen zıtlıklar barındırırlar. Ama batı, “hepsi çekik gözlü işte!” dercesine kısır bir algı yanılgısına kapılmıştı.)
Çin’in doğu cephesini kuşatmış olan; G.Kore, Japonya, Singapur ile nispeten daha az sanayileşmiş olan; Malezya, Endonezya ve Filipinler de bu krizden etkilendi. Ülkemizde de ürünleri ve markaları bilinen G.Kore ve Japonya krizin etkilerini çevrelerine de yansıttılar.
Asya’da yaşanan bunalım tüm şiddeti ile devam ederken, Çin’de bundan psikolojik olarak etkilendi. Hemen yanı-başında yaşanan hareketliliğe tepki göstermese de -dünyanın en eski devletlerinden biri olarak- dersler çıkarmaması beklenemezdi. Medeniyetini sadece son 180 yıla sığdıran bir Amerika için bunun pek bir anlamı olmaya bilir. (Huntington’a göre ise, modern Amerika sadece 120 (1889) yıldan beri var.[6])
Yinede Çin yönetimi o kalın kabuğu dışarıdan kırdırmaktansa kendi elleri ile kontrollü bir şekilde esnetmeyi tercih etti. (Buna benzer bir babayiğitliği bir önceki dalgada Gorbaçov da kendi sömürgesi olan ülkelerin bağımsızlaşması sürecinde yapmıştı.)
Sonuçta Çin, ABD’nin ticaret alanındaki bu düello teklifini kabul etmiş oldu. Çin, sanayileşme konusunda hiç de geri bir durumda değildi. Ama mevcut yapısını oluştururken, 1960’lardan itibaren tamamen stratejik alanlar seçilmişti. Tüketime yönelik sanayileşme o güne kadar düşünülmemişti.
Tüketim, hem ideolojik, hem de stratejik vizyonlarının dışında tutulan bir olguydu. Ama elindeki mevcut teknolojiler ve mühendislik batının standartlarına pek uymadığı için zorunlu olarak yeni sanayi yatırımlarına yöneldi. Karşılıklı ticaret anlaşmaları, gümrük muafiyetleri, pazar paylaşımlarındaki ufak tefek tavizler tüketime yönelik sanayileşmeyi Çin topraklarına yöneltmiş oldu.
Çin, kendisine yapılan bu yönelim sırasında en büyük üç kozunu etkin bir şekilde kullanmaktan da çekinmedi. Bunlar:
  • Kapalı toplum yapısı ve iletişim kısıtlılıkları.
  • Ülkenin sahip olduğu işgücü kaynağı potansiyeli.
  • Ülkenin tabii kaynakları yerel ürünleri.

İşte bu kaynaklar, bizzat Çin yönetimi eliyle sömürülecek, kendi sömürgenini yaratan bir ülke yönetimi ortaya çıkacaktı. Tüketim konusu, daha önce üzerinde durulmamış, kafa yorulmamış, ciddi bir konu olarak ele alınmamış bir olguydu. Zaten hem kültürel, hem de ekonomik bir gerçeklik olarak Çin için -o ana kadar- düşünülecek gündemlerden biri değildi.
Binlerce yıldır[7], dünyanın en büyük ülkesinde, bugün süper güç diye anılan bir devlette, sıradan bile olmayan, fakir, çaresiz, çetin şartlar altında, ellerindeki az imkanlara karşın dünyanın en baskıcı rejimlerine göğüs geren ve çeşitli ulusları barındıran bir halk. Sessiz bir yaşam sürdüren Çin halkı, geçen yüzyılın son demleri yaşanırken bir anda kalk borusunun tırmalayıcı çığlığını ilk defa duyan acemi askerler gibi yataklarından fırladı. Büyük kentlerde ve eğitilmiş-erişilmiş kitleler üzerinde başlayan tüketim odaklı sanayileşme, görülmemiş bir hızla ülkenin içlerine doğru yayılmaya başladı.
Tüketim toplumunun hastalığı, Çin topraklarına SARS ve Kuş Gribinden birkaç yıl önce girmeyi başarmış tarihin en büyük salgınını tetiklemişti. Yüzlerce yıldır değişime uğramadan, bozulmadan süregelen yaşam kültürü artık bir dönüm noktasına gelmiş olabilirdi. Tipik şehirli halkı bile, Marco Polo’dan beri tanıdığı, geniş suratlı, kilolu, küstah ve geveze batı insanını hiç bu kadar kalabalık bir şekilde görmemişti.
Gelenler, kendi ülkelerinde girişimci olarak adlandırılan tüccarlardı. Büyük bütçeli işler yapanından tutun da, 10-15 bin doları toparlayıp hayatında ilk defa ülkesini terk eden maceraperestlere kadar bin türlü insanın bini de eksiksiz, Şanghay ve Pekin sokaklarında oyana buyana koşturarak iş kovalamaya başlamıştı.
Bu girişimci kitlenin içinde Çin’i tercih eden, asıl amaçları; kontrolsüz serbestlik prensibine uygun ticareti amaçlayan bir azınlık, oluşan ticaret hacminin büyük bölümünü eline aldı. Bu tüccar azınlık kendi pazarlarına Çin ürünlerini taşıyan kayıt-dışı kanallar oluşturdular. Büyük çekim gücüne kapılıp kısıtlı varlıkları ile Çin’e gelen çoğunluk, sadece planlı profesyonellerin oluşturduğu azınlığı kamufle eden bir dolgudan öte gitme şansına sahip değildi.
Legal yada illegal olduğunu bir kenara bırakırsak, oluşan büyük talep patlaması Çin yönetiminin gerekli işbirliklerini doğru becerebilmesi sayesinde, kontrollü bir arz ile karşılanabilmektedir. Sonuç olarak; alan da satan da kendi rızasının sonuçlarına katlanmaktadır. Burada çarklar arasında ezilenlerin durumu ve gelecekleri planlanmış bir konu değildir. Hesabın dışında tutulan bu kitle Çin halkından başkası değildir. Sadece bugünü geçirme kaygısına alet edilen, ve sosyal yapısı geri dönülemez şekilde tahrip edilen halkı kimse umursamamaktadır.
Dünya nüfusunun beşte birinden fazlasına sahip olan Çin, bu büyük insan kalabalığını adeta besi işletmesi gibi yöneten bir idarenin elinde sonu karanlık, acı ve mutsuzluk dolu bir geleceğe doğru koşmaya başlamıştır.

2.C. ÜÇÜNCÜ DALGA
Batı standartları diye Avrupa ve Amerikan toplumunun yaşam kalitesi üzerine koyduğu üst düzey kriterler var. İşte bu kriterler, üretim maliyetlerine yansıdıkça, buralarda üretilen ürün ve hizmetler pahalılaştı. Üretim, özellikle de emeğe dayalı endüstriyel üretim, yaşam kalitesini gözetmeyen ‘kalitesiz’ ülkelere doğru kaydı. Bu süreç, 2. Dünya Savaşı sonrası, Batı kendi makyajını tazelerken başladı. O yıllarda, deri ve tekstil gibi sanayilerin Türkiye’ye gelmesi bu sürecin bir parçasıdır.
Çin, hem insanını ucuza kullanması, hem de gerekli insani şartları oluşturmamayı fark yaratmak için bir araca dönüştürdü. Bu sürecin uç noktası olan; fiyat-kalite dengesinde hem fiyattan, hem de kaliteden yana derin bir uçurum ortaya çıkmış oldu. Çok kalitesiz olmanın ötesinde sağlığı da tehdit eden ürünler, kontrolsüzlüğün ve standart dışılığın bir sonucu oldu. Bu uçurumu fark eden Batılı tüketicileri kandırmaya yönelik son numara; “Çin Malı” imajının yerine “Made in PRC” maskesini kullanarak tüketiciyi yanıltmaya giriştiler.
Uyuşturucu ve silah da dahil ticaretin her türlüsünü mubah sayan sözde girişimci-tüccar zihniyetine sahip birçok satıcı Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülkeye kalitesiz olmak bir yana zehirli, hastalık kaynağı ve ölüm kaynağı ürünleri satmayı sürdürmektedir.
Bu yaratıkların[8] karşısında kurbanların haklarını tazmin edebilecekleri bir muhatap da bulunmaması konunun acı yanlarını bir misli çoğaltmaktadır.
Her ne şekilde olursa olsun, 2. Dünya Savaşı sonrasında Önce Japonya, sonrasında G. Kore, Singapur, Tayvan ve Malezya’nın pazarı haline gelen Batı, aradığı ‘en ucuz’a bir şekilde ulaşmayı başardı.
Batı, tüketim virüsünün etkisinde, kendi kendini de yemeyi sürdürürken, son 60 yılda giderek belirginleşen bir şekilde, gerçek gelirinin çok üzerinde bir hayatı yaşamaya başladı. Şişirilmiş sayısal hareketler, mevcut gelirler ile finansa edilemez hale geldi. Batı ekonomik modelinin omurgası olan banka ve borsa sistemleri, bilgi teknolojilerinin gelişmesi ile şeffaflaştı. Kolaylık ve yenilik adı altında bilgi teknolojileri kullanımı her geçen gün parasal hareketleri daha sıkı takip etmeyi sağlar hale geldi.
Buna ek olarak parasal konulardaki yasal düzenlemeler ve kamunun ticari faaliyetler üzerindeki sıkı kontrolleri öngören mevzuatları, yatırımcıların ürküttü. Bilgi teknolojileri yayıldıkça, şeffaflığın getirdiği baskı, kontrolsüz serbestliğe aşık büyük finansal kitlenin o bölgelerden kaçışını da beraberinde gerçekleştirdi.
Parasal konularda yasal mevzuatın daha esnek olduğu İsviçre, Cayman adaları, Meksika ve Panama gibi finans merkezleri de şeffaflıktan etkilendiler.
Kara paranın kontrolü ile ilgili uluslarası sözleşme Cayman Adaları ve İsviçre gibi ülkelerin finansal geleceği için mecburi bir seçenek olarak önlerine koyuldu.
1993 yılında ABD, Kanada ve Meksika arasında imzalanan NAFTA (North American Free Trade Agreement) anlaşmanın kapsamının genişletilmesi Meksika’ya büyük imtiyaz sağladı. Panama küçük bir Amerikan birliği resmen işgal edilerek sisteme uyumlu hale getirildi.
Hem kontrol sistemlerine tâbi olmak, hem de vergilerin kapsama alanında olmak finansal kitleyi uzaklaştırıyor. Kontrolsüz serbestlik ilkesine tabi para, Çin ve Rusya gibi yeni faaliyet alanlarında yoğunlaşmasını sürdürüyor.
Rusya’da ve Türk Cumhuriyetlerinde dünün eşit insanlarının arasından özel seçilmiş bir azınlık, dolar milyarderi olarak karşımıza çıkıyor. 14-15 yılda elde edilen milyarların ne derece ‘kazanılmış’, ne derece ‘çalınmış’ yada ne derece ‘hak edilmiş’ olduğunu tartışmanın bile gereğinin olmadığı ortada.
Gün geçtikçe daha büyük miktarda para, ekonominin büyük merkezlerinden uzaklaşıyor. Bunun sonucu olarak: hem parasal boyutlarda daralma, hem de ticari hareketlerde azalma olmaktadır.
Batı toplumu üretimi terk ettikçe ticari faaliyetler (dolaylı gelirler), gelir kaynakları arasındaki payını yükseltiyor. Durgunluk durumlarında, para hareketleri de kısılınca borsalar ve ekonomisini borsalara bağlamış topluluklar da zarar görür.

3. BÜYÜK SAVAŞ
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan, insanlığın daha önce hiç görmediği yeni dünya düzeni, eski dünya düzeninde ayrılma, sıyrılma ve kurtulma girişimlerine başladı.
Bu kopma isteğinin ortaya koyduğu direnç ve değişimin fırsatçılarının kıpırdanmaları sonucunda biriken enerji yaklaşıl yirmibeş yıldır içinde olduğumuz büyük ve uzun soluklu bir krizin yaşanmasına sebep oldu.
Krizler, 7-7.5 yıllık bir periyodu olan, giderek tepe yüksekliği[9] artan bir dalgalar silsilesi şeklindedir. Bu finansal rezonansa[10] hakim olabilmek, ne Türkiye gibi küçük bütçeli oyuncuların, ne de ABD ve AB gibi global erk iddiasındaki oyuncuların elinde değildir.
Finansal kitlenin çok büyük ölçeklerde bir araya gelmesi bu gücü elinde bulunduranın isteği dışında davranışlar gösterebileceği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Mikro iktisat ve makro iktisat teorilerinin yanına, çok büyük finansal kitleleri disipline eden, ‘Mega iktisat’ teorisini eklemek artık kaçınılmaz bir mecburiyettir.
Mega iktisat, finansal varlığın, çok yüksek değerlere ulaşması durumunda; kişilere bağlı olmaksızın paranın kendi matematiği içerisinde eylemleri olabileceğini yakın bir gelecekte tanımlayacaktır. Finans kültürü üzerinde büyük değişiklikler oluşturacak yeni iktisat anlayışı geleceğin finansal yapısının nihâi modeli değildir. Sadece, klasik iktisadın terk edilmesi için ortaya koyulacak bir geçiş dönemi modelidir. Bu değişimin öngörüsünü; “E-’Den M-’Ye: Hayatın Elektronik Ortama Taşınması ve Sürecin Toplumlara getireceği Yenilikler”[11] başlıklı yazımda öngörmüştüm. Yeni süreçte artık yeri olmayacağından dolayı, klasik iktisadın yöntemleri devre dışı bırakılacaktır. Bu devre dışı bırakma işlemi:
“Bu sürecin hayatımızda yerini alması, birinin ‘Ben şunu-bunu kaldırıyorum.’ şeklinde hüküm vermesi ile olmayacak. Böyle bir tasfiye işini yapacak, tasarımcı-taslakçı sistemin hiçbir aşamasında yok. Çünkü mevcudun hantal ve işlevsiz organları yerlerine geçen dinamik yapıların gölgesinde ilgi ve işlev yoksunluğunun verdiği kansızlıkla kuruyup yok olacak.”[12]
Krizin, tekrarlayan bir periyodu bulunmaktadır. Yani sabit zaman aralıkları içerisinde tekrarlanmaktadır. Şiddeti her seferinde artmaktadır. Hem etkileri, hem de etki alanı büyümektedir. Ekonomik etkilerinin yanında sosyal ve kültürel açılardan da incelenmesi gereken sonuçlar oluşacaktır.
Bütün bu kronik durumun sonucu olarak etki altındaki ülkeler, piyasalar ve topluluklar her seferinde daha büyük zararlar yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Bu artışın ivmesinin giderek büyümekte olduğunu, 2015-2016 gibi görünecek dördüncü dalganın bugünkü ölçeğin[13] en az üç katı olacağını görmek, hiç de zor değildir.
Krizin temel sebebi; globalleşme ile birlikte bütün dünya ekonomisinin tek bir kazanın içinde kaynamaya başlamış olmasıdır. Bu tek kazan, bilgi teknoloji ile şeffaflaşan finans dünyasının ve para hareketlerinin takip edilebilir olması gerçeğinin bir sonucudur.
'Finansal rezonans' diye tanımladığım, ve son 25 yılda ilk üç atımını yaşadığımız olay; kapalı ekonomilerin ortadan kalkması ile birlikte aynı kazanın içine dökülen ekonomik güçlerin kontrolsüz bir şekilde ülkeden ülkeye akması ile yaşanan dev para denizinin kendi kendine dönmeye başlamış olmasının ekonomi çevrelerinde yarattığı travmadır.
Bu travmanın, giderek büyümesinin birinci adımında Rusya’nın, ikinci adımında da Çin’in enfekte edilmiş olmasının etkisi büyüktür. Yaşanan enfeksiyon kapalı ekonomileri çevreleyen duvarların kaldırılması ve aynı kazana dahil edilmesidir. Kontrolsüz serbestlik şansını yakalayan para büyüdükçe kriz de büyüyerek devam edecektir. Bugün içinde olduğumuz üçüncü dalga, 2015’e kadar geçecek süreci içine almaktadır. Etkisini yitirmeye başladığında piyasalar tekrar düzene girip toparlanma ve canlanma şansına kavuşacaktır. Bu toparlanma ve canlanma sürecini görüp hareketin büyüsüne kapılan girişimciler kendilerine yeni keşif bölgeleri bulacaktır. Bu keşif bölgelerinin en başında Hindistan bulunmaktadır. 1990’ların sonunda (ikinci dalgada) keşfedilen Çin’in yerini alacak olan, Hindistan (üçüncü dalga) enfekte edilecektir.
Böylece serbest piyasa ile tanışmamış hiçbir pazar kalmayana kadar dalgalar halinde yayılan sistem tüm dünyayı etkisi altına almış olacaktır.
"Çinliler Geliyor – 1"[14] başlıklı yazımda Çin'de yaşanan kapitalist evrimin[15] ülke yönetimi tarafından ne derece stratejik(!) yönetildiğini ve idarenin kendi halkını nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlatmaya çalışmıştım.
Para, kontrol altında tutulmayı sevmez. Özgür hareket edebilmeyi tercih eder. Serbestliğin olduğu ortamlara doğru yönlenir. Modernizmin bir gereği olarak devletler bilgi teknolojilerine eğilimlidir. Fakat, devletlerin vatandaşları ile ilgili işlemleri elektronik ortama geçirmesi yoğunlaştıkça parayı ellerinden kaçırmaları yoğunlaşır. Sonuçta ütopik bir azınlık kısıtlı imkanları ile devletin kucağında mutlu-mesut yaşar. Geri kalan özgürlükçü ruha sahip çoğunluk, sürüden kaçan kuzular gibi kurtların kucağına düşer. Ama yinede sürüde kalmazlar. Buna; bir çeşit ölümüne özgürlük ideolojisi de denilebilir.
Burada öne çıkan; global piyasa, yada serbest piyasa havuzu gibi tanımlamalar ile belirtilen benim; ‘kazan’ dediğim ortamın kurallarının oluşturulamamış olmasıdır.
Ülkemizde hukuksal boşluk tabiri ile sıkça karşılaşsak da, dünya, hele bir de bu günkü global haliyle; kuralsızlık çıkmazının içerisinde kalmayı sindirebilmiş değildir.
ABD’nin ticari ve hukuki altyapısı bugün ortaya çıkan ‘GLOBUS’[16] adlı dev ülkenin ekonomi ve ticaret sistemlerini düzenlemeye kâfi gelmemiştir. Ortada kuralsızlık ve düzen dışı olmanın verdiği büyük bir serbestlik, kontrolsüz serbestlik oluşmuştur.
İşte bu GLOBUS devletinin ABD eyaletinde baş gösteren krizin birinci sebebi ABD’nin artık GLOBUS’dan yeterli parasal payını alamadığını fark etmiş olmasıdır. Bu pay azalması, yine kendi yönetimsel doktrinlerinin gereği olarak, Rusya, Çin ve diğer ülkelere ihraç etmeye çalıştığı kapitalist öğretinin serbest piyasa modelindeki uygulamasının yan etkileridir.
İlk dalga, Moskova’da kola satmak uğruna Gorbaçov’un razı edilmesi ve prestroiyka sayesinde üçyüzmilyon Rus’un prangalarını kırması ile başlamıştır. Eski Doğu Bloğu ülkelerindeki ucuz iş gücü ve kaynakları yeterince sömürebilen bir zemin oluşturulamamış. Piyasanın istediği ucuzluk yeterince sağlanamamış olsa da ortaya çıkan başıboşluk ve serbestlik, paranın özgürlüğünü kazanmasına yetmiştir.
Sözünü ettiğimiz kontrolsüz para, günümüzde Rusya ve dağılma sonrası oluşan diğer devletlerde kendisine uygun dev yapılaşmalara imkan sağlamıştır. Bunları; holdingler, para baronları, yeni uluslarası karteller ve başta Rus mafyası olmak üzere diğer ekonomik teşekküller olarak görmekteyiz.
Paranın kontrolsüz serbestliği dönemi yavaş-yavaş azalmaya başlayınca devreye spekülatörler[17] girmiştir. “Batı sivil güçleri ve akıttığı para ile Avrasya’yı yeniden şekillendirmeye çalışırken Kremlin bu yolun her adımında bir kez daha Beyaz Sarayla karşı karşıya geliyor.”[18] Bu şartlar altında mücadele sürerken, pazardan sağılabilecek[19] maksimum para elde edilmeye çalışılmıştır.
Artık bu yeni pazarlar cazibesini kaybettiğinde sıcak para, kendine daha serbest ve kontrolden uzak mekanlar aramaya koyulmuştur.
İkinci dalga, Çin yönetiminin üretime yönelmeye ikna edilmesi ve ülkenin fabrikalarla donatılması girişimleri ile başlamıştır. Çin yönetimi, işin ilk anlarından itibaren yatırım bölgeleri ve işletmelerin altyapı, ham madde, işgücü ve lojistik ihtiyaçlarını değerlendirme yoluna gitmiştir. İçeride kontrolü ele geçiremeyeceğini anlayan finans çevreleri, ticaretin kendi üzerlerinden geçmesini sağlayabilmek için büyük kapasiteli üretimi çok düşük ücretlerle arz ettirerek Çin yönetimine baskı kurmaya çalışmışlardır.
Ama yapmak istedikleri baskı karşısında Çin yönetiminin kendi halklarını sömürmeyi planlayabileceğini hesaba katmamışlardır.
Çin, birçok sektörde dünya pazarından önemli paylar almayı başarmış, hatta batının stratejik olarak gördüğü, yükte hafif pahada ağır sektörleri de topraklarına taşımıştır.
Elektronik sektörünün yarı iletken piyasası, önce ABD topraklarında sonra da kendi vatanlarında Çin’in eline geçmiştir. Bu örnekte verdiğim doğru stratejiler yanında kendi halkı üzerinde muhtemel sömürgenlerin planlarından bile daha acımasız operasyonlara girişmiştir.
Çin’in bedava çalıştırdığı 21 inci yüzyıl kölelerinden yararlanarak; bir dolara gömlek, üç dolara ayakkabı, on dolara cep telefonu yapması ile (Burada Güneydoğu Asya otomotiv sektörünü de anmak gerekir)
Üçüncü kriz, ucuz, sahte ve kalitesiz ürünlerin, batı pazarlarında hakimiyetinin oluşması ve bu hakimiyetin alternatiflerin (Yani orijinal yada pazarın ilk sahibi batılı markaların) satışlarının düşmesi ile... kendini göstermiştir.
Yıllardan beri sabit seyir içerisinde üretim, satış ve kâr üçgenini bozmayan ‘Batılı marka ve mallar’ pazar kaybettikçe yatırımcıları sektör değiştirme eğilimine girdiler.
Birçok pazarda, çok sayıda yatırımcı, aynı zaman diliminde, yıllardır stabil şekilde işleyen sektörlerini terk edip, likitleşme eğilimi; mevcut varlıkların ederinin çok altında değerlere dönüşmesine sebep oldu.
Borsaların, yatırımcılara verdiği kağıtlar bir anda eridi.

İşte panik burada başladı!

* * *
Herkes; “Yaşanan sarsıntının iki yıl içerisinde giderileceğini, tekrar düzenin sağlanacağını, eskisi gibi ekonomilerin normal seyrine devam edeceğini…” söylüyor. Bunu, travmanın ortaya koyduğu şok halinin, politik kaygıların, gelecek vizyonundaki kurgu yetersizliğinin yada idrak yeteneğinin körelmesinin söylettirdiği kesindir.

4. KONTROLSÜZ SERBESTLİK
Kontrolsüz serbestlik peşinde koşan yatırımcılar, bilgi teknolojilerinin işlemeye başlaması ile birlikte şeffaflaşan piyasalardan kaçmaktalar. Fakat, bilgi teknolojileri sanıldığı gibi şeffaflık da sağlayan sistemler değil. Tabii bu sadece bugün için geçerli. İdealde ortaya çıkacak bir bilgi teknolojileri modelinde “mutlak kontrol” mümkündür. Bunun yapılamamasının tek sebebi, yeni geliştirilen sistemlerin, eski sistemler ile entegre olma zorunluluğudur.
Bu şeffaf ortamda vergilerden kaçan para asıl sahiplerinin cebine giremedi. Dışarıdaki kontrolsüz serbestlik ortamında elde edilen büyük paralar sistem içerisine sokulamadı.

5. SONUÇ
Onca olup bitenden ve büyük resim hakkında bir şeylere bakınca, gelecekte olası bir sonuç çıkarmak zor gibi görünebilir.
Ama Rusya örneğinin bugününü gören bir göz, Çin için benzer bir geleceği tahmin etmekte zorlanmadan öngörebilir.
Asıl kriz, düne kadar, çoğu köyünden başka bir yer bilmeyen iki milyara yakın Çinli 2015 yılında gelindiğinde, ayda 100 dolara yaşamaya razı olmayıp, fiyatını 200 dolara çıkarınca yaşanacaktır.
Daha dehşet verici olan yanı; 90 sonrasında Rusya ve diğer Eski Doğu Bloğu ülkelerinden yaşanan göçün benzerinin olma ihtimalidir.
Çin’de yaşanacak rejim boşluğu ihtimali sonrasında serbest kalacak iki milyar Çin’liden büyük kentlerde olan 700 milyonu bile göç etme eğiliminde olursa varın siz düşünün.
Son bir not olarak, Çin’de yaşayan, sayıları Türkiye’ye yakın, soydaşlarımızdan da söz etmeden olmaz. 70 yıldır Çin yönetiminin baskı ve asimilasyonuna maruz kalan, Doğu Türkistanlılar ve Uygur Türkleri sizce nereye giderler? (Ben bu hikayeyi bir yerlerden hatırlıyorum. Özal rolüne soyunan politikacılar için bulunmaz fırsat!)
Hep sevgi ile kalın.

Murat SEVGİ
27 OCAK 2009 - Salı / ÇORLU


______________________
[1] Bu bir‘fark etme’ mi yoksa Bulgar milliyetçiliğinin su yüzüne çıkardığı bir sonuç mu? Ayrı bir konu olarak tartışılabilir.
[2] Milliyet İnput Almanak, 2004, İstanbul, (LibX:11203) Sayfa 173.
[3] A.g.e., Sayfa 173.
[4] 6 Şubat 1995: Dışişleri Bakanları tarafından AB - Türkiye Gümrük birliği anlaşması karara bağlandı. Ortaklık Konseyi tarafından 6 Mart 1995 tarihinde kabul edildi.
[5] “Gümrük birliği” ve “5 nisan kararları” dışında, birçok icraatları ve uygulamaları ile de gülünç durumlara düşülmesine sebep oldular. Bu iktidarın, ortaklarının ikisinin de adlarının başında “Profesör Doktor” yazması, ayrı bir ironi olarak mizah tarihi açısından da önemli bir saptamadır.
[6] HUNTINGTON, Samuel P., “The Soldier and the State: The Theory and Politics of Civil-Military Relations”, Harvard Üniversitesi, 1956 (Türkçe’si: “Asker ve Devlet Sivil Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası”, Çeviren: K Uğur KIZILASLAN), Salyangoz Yayınları, İstanbul, Nisan 2006, (LibX:12241)
[7] Binlerce yıl: Pek az ülkeye nasip olan bir ömür!
[8] Yaratık: Tüccarlık ile zerre alakası olmayan gudubet bir tür!
[9] Tepe yüksekliği: Bir dalganın şiddetini gösteren en önemli iki kriterden biridir. (Diğeri de dalganın üzerinden geçtiği yüzeydeki derinliktir.)
[10] Finansal rezonans: Piyasa nesnesinin istemsiz olarak ortaya koyduğu bir titreme nöbetidir. Herhangi bir erk'in güdümünde olmamakla birlikte gurup davranışı olarak piyasa bütününün ortaya koyduğu otonom davranışlardan biridir.
[11] SEVGİ, Murat, “E-’Den M-’Ye: Hayatın Elektronik Ortama Taşınması ve Sürecin Toplumlara getireceği Yenilikler”, 12 Aralık 2006,
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=119310
[12] A.g.y.
[13] Bugün yaşanan kriz dünya ekonomileri üzerinde üç buçuk trilyon dolar civarında bir tahribat yapacaktır. (Bu sayıyı; AB, ABD ve Japonya gibi devlerin kurtarma paketleri toplamına %50 ekleyerek buldum.)
Ayrıca dünya ticaretinin, 2015 yılına gelindiğinde daha büyümüş olacağını da büyümüş olacağını da göz ardı etmemek gerekir.
Yani bunları üst üste koyarsak dördüncü dalga için tahmin ettiğim tahribat; on trilyon doların çok üzerinde olacaktır.
[14] SEVGİ, Murat, "Çinliler Geliyor – 1", 13 Mart 2008,
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=125420
[15] Kapitalist evrim: Buna toplumun devşirilmesi, çürüme yada modernleşme de diyebilirsiniz. Ama kesin olan şudur: Geri dönülemez nokta geçildikten sonra –bütün politikacıların kafasını kesseniz de– geri dönülemez!
[16] GLOBUS: Ekonomik sistemi tüm dünyanın katıldığı serbest piyasa ile oluşturan tek dünya devleti.
[17] Spekülatör: Bu para sihirbazları gittikleri ülkeleri en iyi şekilde kontrol edebilmek için hem ülke yönetimlerine, hem de finansal oyunculara nüfuz etmeye çalışmışlardır.
[18] MacKINNON, Mark, “The New Cold War: Revolations, Rigged Elections And Pipeline Politics in the Former Soviet Union”, Kanada, 2006 (Türkçe’si: “Renkli Devrimlerin sırrı: YENİ SOĞUK SAVAŞ”, Çev: Emel LAŞKE), Destek Yayınları, İstanbul Mart 2008, (LibX:12279)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

2 milyar çinli şimdilik uretıyor bıde tuketıme katıldığında ,esas ortalık o zaman karısacak