Pazartesi, Eylül 15, 2008

Atatürk ile eğitim üzerine

ATATÜRK VE EĞİTİM:(1)

«Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum olarak yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder» ATATÜRK

Atatürk’ün eğitim hakkındaki görüşleri önce Harbiye (1899-1902) ve Erkân-ı Harp Mektebi (1902-1905) sıralarında şekillenmeye başlamış, Selânik’te Üçüncü Ordu Subay Talimgâhı Komutanıyken (1909) belirli bir olgunluğa erişmiş, ancak eğitimin felsefesine özel bir dikkat sarf etmesi Libya (1911-1912) ve Balkan (1913) savaşları felâketlerindeki gözlemlerinden sonra olmuştur.

Osmanlı ordusu hizmetinde bulunan Alman Mareşal von der Goltz Makedonya’daki 3üncü Ordu’ya tatbikat yaptırmak üzere Selânik’e gelecektir. Kolağası (=Önyüzbaşı) Mustafa Kemâl Selânik civarında tatbikini uygun gördüğü bir problemi hazırlamakla meşguldür...

Komutan Hadi ve Kurmay Başkanı Ali Rıza Paşaları bundan haberdar etmek ister. Paşalar, Önyüzbaşı Mustafa Kemâl’in bu cüretini hayretle karşılarlar:
Canım buraya gelecek olan Goltz bizden ders almak için değil, bize ders vermek için geliyor!

Genç önyüzbaşı, Komutanlarına şu cevabı verir:
Büyük âlim, filozof(2), Silâhlı Ulus yazarı olan Goltz’den yararlanmak üzerinde durulacak önemli bir noktadır. Ancak, Türk kurmay ve komuta heyetlerinin kendi vatanlarını nasıl savunmak lâzım geleceğini gösterebilmeleri elbette ondan daha çok mühimdir. Bir de buraya yorgun gelecek olan mareşale fazla külfet yüklememek münasip olur kanaatindeyim.
Ancak Komutanlar ikna olmazlar. Onun üzerine Mustafa Kemâl daha ileri giderek şöyle konuşur:

  • «Efendim, benim hazırlayacağım meseleyi Mareşale göstermek ayıp değildir; bunun aksi ayıptır. Benim eserim Mareşalin fikrine uygun düşmez veyahut Mareşal benim eserime alâka göstermezse, kendi istediğini tatbik ettirtmek onun elindedir. Fakat bütün Makedonya’ya şâmil, büyük bir Türk ordusu kumanda ve kurmay heyetinin hiç bir şeyi düşünmez ve hiçbir savunma önlemi alamaz insanlardan oluştuğu izlenimini onda uyandırırsak işte o zaman Türklüğe ve Türk askerliğine yakıştırılamayacak hareket bu olur.»


Önyüzbaşı Mustafa Kemâl’in kurduğu problem Mareşale sunulur ve çok beğenilir. Mareşal, tatbikatta bu planın uygulanmasını ister, ancak Önyüzbaşıyı yanına çağırarak «Bana yardımcı olunuz» emrini verir.

Ülkenin kaderi Atatürk hariç herkesin kafasında tamamen belirsiz bir halde iken, o, 15 Temmuz 1921 Cuma günü Ankara’da bir «Maarif Kongresi» toplattırarak öğretmenlere hitap etmiş, burada da özgün düşüncenin öneminin altını bilhassa çizmiştir:

«Şimdiye kadar izlenen tahsil ve terbiye yöntemlerinin ulusumuzun tarihi gerilemesinde en mühim bir etken olduğu kanısındayım. Onun için bir ulusal terbiye programından bahsederken, eski devrin zırvalıklarından ve doğamızla hiç de ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelen tüm etkilerden tamamen uzak, ulusal karakterimize ve tarihimize uygun bir kültür kastediyorum. Çünkü ulusal davamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle uyumludur. O zemin de milletin karakteridir.»

Önyüzbaşı Mustafa Kemâl’in ve daha sonra, ona tamamen uyumlu olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemâl’in bu düşünce ve sözleri onun eğitim anlayışının ana hatlarını oluşturur:

  • Eğitim, eğitilenin eğitim sürecine aktif katılımını gerektirir.

  • Eğitim, problem görme ve problem çözme becerisini kazandırmalıdır.

  • Yani eğitim özgün gözlem yapabilen ve özgün düşünebilen bireyler yetiştirmelidir.



1909’dan bir yıl önce, Önyüzbaşı Mustafa Kemâl, General LİTZMANN’dan çevirdiği Takımın Muharebe Talimi adlı esere yazdığı önsözde:

«...elimizdeki Talimnâme terakkîyat-ı zemaniyeyi takibedebilecek mahiyeti haiz değildir. Onun hâyide ve fersûde yapraklarını koparıp atmak; yerine zaman-ı hazır harbinin talebeylediği evsaf ve şeraiti bahşedecek yeni bir kitab-ı mübin koymak mecburidir.» (Mustafa Kemâl, 1908) sözleriyle, eğitim malzemesinin zamanın şartlarına göre yenilenmesi gerektiğinin altını çizerek, eğitilmiş kişilerin önemini bir 1908 günü Selânik’teki Beyazkule karşısındaki askeri kulüpte şöyle dile getirmiştir:

  • «Memleketi bin bir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok adamların yerine birkaç kafa ile iktifa edebilirim.»

Peki, bu beğeneceği akıllı kafaların özellikleri ne olacaktı?

Atatürk bunu en açık bir şekilde 1914 yılında akrabası, mahalle ve silâh arkadaşı Mehmet Nuri (Conker)’nin 1913 kışında Birinci Fırka Komutanlarına ve subaylarına verilmiş konferanslarını topladığı Zabit ve Kumandan adlı eserine (yazılışı Nisan 1914) verdiği cevapta dile getirmiştir(3).

Mustafa Kemâl, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal adını verdiği cevabını 1914’te Sofya’da Kaymakam (=Yarbay) rütbesiyle askeri ataşe iken yazmış olmasına rağmen, savaş şartları içerisinde kitabı ancak 1918’de basılabilmiştir.
Yarbay Mustafa Kemâl önce, ordunun komutanlarının bilgisizliklerinin tespitiyle başlıyor:

« ...Tümen komutanı ... Vazifesinin câhilidir.
...Alay ve tümen komutanının teftiş ve tenkiddeki câhillikleri subaylarda hayret, istihzâ ve itimatsızlık duyguları uyandırıyor.


Bu zihinde ve bu ilimde Alay ve Tümen komutanlarının bugünkü askerî terakkilerle mütenâsip olarak yetiştirilmesi mecbûri olan kıt’aları yetiştiremeyecekleri ve onlara hüküm ve kumanda ve icabında onları sevk ve idare edemeyecekleri şüphe ve tereddüt kabul etmez açık hakikatlerdendir.

Bu noktadaki hakikatleri görüp söylememek ise, ordunun ataletine, kıymetsiz kalmasına, harpte vatanı kurtarmak için talep olunacak mühim vazifeyi görememesine kalp rızası göstermektir ki bu, hıyanetle isimlendirilir.»

Yarbay Mustafa Kemâl’in bu satırları yazmasından yalnızca 18 yıl sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl Darülfünun (yani İstanbul Üniversitesi) hakkında İsviçreli profesör Albert Malche’ın 31 Mayıs 1932 tarihli raporuna koyduğu derkenarlarda Darülfünun için aynı tesbiti yapmaktadır!

«Darülfünun hocaları! yoktur. Şimdilik hariçten getirmek lâzımdır. Ondan sonra da kendi çocuklarımızı ecnebi üniversitelerinde yetiştirmek lâzım.»

Atatürk’ün üniversite için yaptığı bu tespit ve düşündüğü tedbir, Çar Büyük Petro tarafından aynen Rus Bilimler Akademisi kurulurken yapılıp uygulanmıştı!

Rus Bilimler Akademisi 8 Şubat 1724'te Petro'nun bir ikazı ile oluşturulmuş bir bilim kuruluşudur. Amacı bilim geleneği olmayan Rusya'yı modern bilimle tanıştırmak ve modern bilimi Rusya'da üreterek Rus halkının emrine vermekti. Bu açıdan Akademi, Petro’nun emirlerini onun ölümünden sonra da aynen uygulanmağa devam ettiği için kuşkusuz dünyanın en başarılı kuruluşlarından biri olmuştur.

Yarbay Mustafa Kemâl orduda kalitenin tavizsiz tutulmasından yanaydı. Osmanlı ordusunda bu eksiği görmüştü:
«Makam ve icraat sahibi olanların şahıslara merhamet etmek zayıf kalbliliğinde bulunarak ordunun çöküşüne yardım etmeleri ...»

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl, aynı titizliğin üniversitede de gösterilmesinin şart olduğunu anlamıştı:

  • «Kıymetsiz talebenin ilk sene cesareti kırılmalıdır.»


Kıymetsiz öğrencinin ilk yılda elenmesi yöntemi bugün dünyanın tüm şöhretli araştırma üniversitelerinde uygulanan bir yöntemdir. Örneğin University of Chicago veya Fransız Üniversite sistemi bu yöntemi aynen Atatürk’ün ifade ettiği şekilde uygulamaktadırlar. Hatırlanacağı gibi İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kaliteli bir yüksek okul olduğu yıllarda kullanılan baraj sistemi de bunun benzeriydi. Barajın kaldırılması üniversiteyi çökertmiştir.

Eğitim kurumlarında gereken disipline Cumhurbaşkanı Atatürk tekrar tekrar dikkat çekmiştir. Bir örneği 1 Kasım 1925 yılı Meclis açılış nutkundan verebilirim:
«Bu takdirlerimle beraber, istisna teşkil etse de, haberdar olduğum bir eksiğe ait tavsiyeyi burada söylemeyi gerekli addederim. Yaşamın her çalışma safhasında olduğu gibi özellikle eğitimde disiplin başarının esasıdır.»

Atatürk’ün burada yaptığı vurgu öğrenci disipliniyle ilgilidir. Ama, 1932’de Malche raporuna koyduğu ve Darülfünunda yön ve hız eksikliğine vurgu yapan derkenarları, kendisinin aynı kaygıyı üniversite hocaları ve yönetimi için de taşıdığını açıkça göstermektedir.
Yarbay Mustafa Kemâl, komutanların bilgisizlik ve hattâ akılsızlıkları hakkında iki örnek daha verdikten sonra diyor ki: «ordunun selâmetini vicdânen düşünen nâmus ve ahlâk sahipleri dalkavukluk etmezler. Mükemmel ahlâk sahipleri genellikle barış ve düzen zamanında iltifatlı bakışları üzerlerine çekmekten ziyade, önleyen bir şekilde sözlerini kullanırlar.

Sonra ne oldu sizce malûmdur. Denildi ki: ‘Bu yükselen feryâdın mânası yoktur. Bu lüzumsuz bir gayret aşırılığı ve belki deliliktir!

Yok ... Yok ... O feryâd delilik değildi. O feryâd bugünkü felâketi vicdan gözü ile ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan acıların tepkileriydi. ...

Bir gün işittim ki, vatanım Selânik ve orada anam, babam, kardeşim, bütün akraba ve taalûkatım —mahiyetlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum zevat tarafından- düşmana hibe edilmiştir ...»

Bu söylenenlerden çıkan ders, eğitimde eleştirinin sürekli olarak bulunmasının ve ciddiye alınmasının büyük önemidir.
Eleştirinin iki doğal çıkarımını anlatır sonra Yarbay Mustafa Kemâl:

Bir subay, mertçe hasletlere, fedakârca duygulara, iyi bir karaktere sahip olabilir. Ama bunlar subayın kalitesi için yetersizdir:

  • «Karakter, ilim ve fen ile sağlamlık kazanmasa bile bir büyüklükler kaynağıdır; ancak her vakit emin ve ideal sonuçlar vermez.»



Bu nedenle, bilgi ve deneyim önemlidir. Bu da, yalnız okulda değil, ömür boyu eğitimle kazanılır.
Yarbay Mustafa Kemâl bu ömür boyu eğitim fikrinin özenle altını çizmektedir:

«Bence, Harbiye mektebinden alınan diplomalar, genç teğmenin bölük komutanı efendisinin eğitimi altına kabul edilebileceğini gösterir.

Genç teğmen, sanatının asıl ruhunu, katıldığı bölüğün bireyleri önünde, bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunarak öğrenecektir. Önce, komutan olacaktır; bir takıma! ... Ve sonra komutan olmağa hazırlanacaktır; bir bölüğe!... Ve işte böyle öğrenecektir ve sonra öğretecektir.

Uygulamalı ordu okulu ancak bu şekilde makamının ehli bölük komutanları, makamının ehli tabur, alay vs komutanları yetiştirmek sayesinde milletin evlatları bir sürü gibi değil, şanlı, şerefli insanlar olarak şan ve şerefe sevk ve tevcih olunabilirler.»

Atatürk yaşam boyu uygulamalı eğitimin altını bıkıp usanmadan defaatle çizmiştir. Örneğin, 25 Ağustos 1925’te Ankara’da ilk kez toplanan Öğretmenler Birliğindeki konuşmasında bakınız ne diyor:

«Arkadaşlar,
Ben millî eğitimimiz ve millî terbiyemiz hakkındaki bakış noktalarımı çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle söyledim. Ama bu bakış noktalarımı birkaç kelimede toplayarak tekrar etmeyi faydasız görmüyorum.
Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün tahsil derecelerinde tâlim ve terbiyelerinin uygulamalı olması mühimdir. Memleket evladı, her tahsil derecesinde ekonomik yaşamda iş yapabilir, etkili ve başarılı olacak şekilde teçhiz edilmelidir. ...»

Buraya kadar Atatürk’ün eğitimin şekli üzerindeki düşüncelerini gördük. Bunu şöyle özetlemiştik:
Eğitim, eğitilenin eğitim sürecine aktif katılımını gerektirir.

Aktif katılım; Uygulamalı eğitim,

  1. Eğitimde eğitilenin de tenkit edebilme hakkının yalnız olması değil, bunun teşvik edilmesi gereği ve,

  2. Ancak tüm eğitimin disiplinli bir şekilde yapılarak ehliyetsize, yeteneksize, kendi terimiyle kıymetsize acımadan sistemden elenmesi şartları olarak açılabilir. Ayrıca,

  3. Atatürk eğitimin ömür boyu sürmesi ve okuldan sonra iş üzerinde de eğitim yapılmasının şart olduğunu söylemekle kalmıyor, okul eğitiminin ancak iş üzerinde eğitime kabul basamağı olabileceğinin altını çiziyor.



Peki bu şekilde sürekli ve disiplinli bir şekilde ömür boyu verilmesi gereken eğitimin içeriği ne olacaktı?
Bunun en açık ve net işareti Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz, daha İstanbul işgal altındayken, oradan kendisini tebrike gelen öğretmenlere Bursa’da Şark Tiyatrosunda 27 Ekim 1922 akşamı verilmiştir:

"Hanımlar, Beyler, Memleketimizin en lâtif, en mâmur en güzel yerlerini 3,5 sene kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber ittihaz etmektedir. Milletimizi yetiştirmek için asıl olan, mekteplerimizin, üniversitelerimizin kurulmasında aynı yolu izleyeceğiz. Evet, milletimizin siyasî, toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde kılavuzumuz ilim ve fen olacaktır."

Atatürk, ulusun eğitiminde bilimin ve özellikle fen bilimlerinin, önemini vurgulamaktan asla bıkmamıştır. 1924’te Samsun’da gene öğretmenlere aynı vurguyu şu çok bilinen sözleriyle tekrarlamıştır:

  • «Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için, en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. »



Ancak genellikle Atatürk’ün bu sözlerin hemen arkasından söyledikleri pek hatırlanmaz:
«Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanında takip etmek şarttır.
Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen ve lisanın çizdiği düsturları şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbikata çalışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir.»

1933 yılında Onuncu Yıl Nutku’nun belki de en çarpıcı hedefi «Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkaracağız» kelimeleriyle dile gelen hedeftir. Atatürk’ün ulusunun bunu başaracağından şüphesi yoktur, çünkü «Türk milletinin elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.»
Kısacası Atatürk, uluslararası güncel bilimle de yetinilmemesi gerektiğini, bunun da üzerine çıkılmasının ulusal kültürümüzü de birlikte çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine taşıyacağını düşünüyordu.

Bağımsız araştırma fakirliği, İstanbul Darülfünun’unda gördüğü en büyük eksiklikti. Bunu Malche raporuna koyduğu derkenarda şöyle ifade etmiştir:

  • «Darülfünunun en büyük zaafı, şahsi mülâhaza ve araştırmaya sevk eder tarzda öğretim yok. Ansiklopedik malûmat veriliyor.»



Atatürk’ün eğitimde özgün araştırmanın temel alınması düşüncesinin altında kişinin bağımsız ve eleştirel düşünebilmesine ve gözlem yapabilmesine verdiği büyük önem yatmaktadır. Bunu Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal’de Yarbay Mustafa Kemâl çok güzel anlatır:

«Talimnâmelerimiz, kanunnâmelerimiz gözden geçirildikçe askerlik san’atının asıl olan kuralları, yasaları ve yöntemleri okunur ve öğrenilir...
Fakat, bu bilgilerin insanı san’atkâr yaptığına, yapacağına inanmak elbette gaflet olur.
Hattâ, bu usul ve kaidelerin uygulama yönleriyle az çok uğraşmış olmak bir ordunun kurtuluşunu sağlamayabilir.
Herhangi bir birliğin küçük bir manevrasını izleyelim; ve kabul edelim ki bu birliğin en büyük komutanından erine kadar herkes talimatnâmelerde belirtilen ve bildirilen usulleri ve kuralları biliyor; ve bu manevra ilk tatbikatları da değildir.

.... Hareketi son safhasına kadar iyi idare edilmiş görüyoruz.»

O halde hüküm verebilecek miyiz ki, bu kıt’a muharebe vazifesini görebilir ve yurda muzafferiyet sağlayabilir?
Bu hükmü vermekte aceleci olmayarak biraz dikkatli hareket etmek gerekir. Çünkü bu kıt’anın savaşta karşılaşacağı haller ve şartlar hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır.

O halde, ne kadar hâl ile karşılaşmak ihtimali varsa, hepsini tasvir ve tatbik edelim! Çok güzel! Bunu yapmaktan geri durmayalım. Fakat: ‘Harpte öyle ahval dahî vâki olur ki, böyle haller hakkında önceden tavsiyede bile bulunulamaz.

Talimnâmelerimizin bu gibi haller için tavsiyede bulunmasını bir yana bırakalım, esasen içerdikleri kurallar ve düzenler savaşta genellikle karşılaşılan bazı tâbiye hallerini ancak kapsayabilirler.
Halbuki kumandanlar her hâl ve andaki duruma karşı gereken tedbirleri tereddütsüz ve hızla almağa mecburdurlar.

Üstelik diyor, Yarbay Mustafa Kemâl, «Fevkalâde ve ansızın ortaya çıkan hallerle ilk temas eden, bir kıt’anın en büyük kumandanı değildir.

Büyük, küçük her birliğin içinde her subay, her astsubay ve hattâ her er, hareketinin ne şekilde olması gerektiğine dair üstünden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı haller karşısında kalır. İşte bu sebepledir ki, gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliklerinden iş görebilecek meziyette yetiştirilmiş olduklarına kanaat edilmeden, bir askerî kıt’anın, bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir, felâkettir.»

Bu özellikler ne tür insanlara verilebilir? Yarbay Mustafa Kemâl bunu da detaylı olarak açıklıyor ki bu sözler, tüm sağlıklı bir toplumun aslında nasıl olması gerektiğini, dolayısıyla eğitimin amaçlarını da özetliyor:

  • «Bir kuvveti vücuda getiren insanlar genel yaşantıları, fikirleri, hareket serbestlikleri ezilmemiş, gürbüz, neş’eli erlerden ve subaylardan oluşursa böyle bir askeri kıt’ada biraz düşünce işletilerek kendiliğinden iş görme hassası bolca ortaya çıkar.»


Yarbay Mustafa Kemâl inisiyatifin önemi tüm ders kitaplarında vurgulandığı halde, «kendiliğinden hareket ve iş görmenin yayılmasını genellikle faydalı bir şekle sokarak onun belli bir görev halinde tanınması için alınması gereken önlemler hakkında Osmanlı Ordusunda zihin sarf edilmemiş ve bir karara varılmamıştır» demektedir.
Yıllar sonra, 1924’te Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl öğretmenlere uygar esaslar ve hür fikirlerle arttırılıp desteklenmeyen bir ahlâkın olamayacağının bilhassa altını çizmiştir:

  • «Bu çok mühimdir. Bilhassa nazarı dikkatinizi celbederim. Tehdit esasına dayanan ahlâk, bir fazilet olmadıktan başka itimada da şâyan değildir.»



Sakarya Meydan Savaşından önce Ankara’da toplanan öğretmenlere Meclis Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemâl, Türk Millî Eğitiminin de o veya şu hazır programa göre değil, ulusu ve çevreyi (yani sorunları) tanıyan öğretmenlerin kendi bulacakları özgün bir programla yönlendirilmesi gerektiğini anlatmıştı:

  • «İşte biz, bu kongrenizden yalnız, çizilmiş eski yollarda alelâde yürümenin tarzı hakkında fikir değiş tokuşu yapmayı değil, belki sıraladığım şartları içeren yeni bir san’at ve marifet yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni nesli yürütmek için rehber olmak gibi kutsal bir hizmet bekliyoruz.»



Sizlere buraya kadar sunduğum alıntılar, Atatürk’ün Akademi’den yeni çıkmış bir kurmay subay olduğu dönem ile, üniversite reformunun yapıldığı 1933’e kadar geçen zaman içinde eğitim hakkındaki düşüncelerinin kanımca en temel olanlarını içeren konuşma ve yazılarından alınmıştır. Atatürk eğitim konusunu daha Harbiye’de iken (kendisine verilen eğitimden tatmin olmadığı için) düşünmeye başlamış, ama Libya ve Balkan Harbi felâketleri ona eğitim eksikliğinin ülke için ne korkunç sonuçlar doğurduğunu göstererek bu konuya dikkatle eğilmesine neden olmuştur. Birinci Dünya Savaşı felâketi ve ondan sonra Kurtuluş Savaşını başlatmak için Anadolu’da karşılaştığı ve genellikle Kurtuluş Savaşı tarihlerinde pek de vurgulanmayan büyük güçlükler onu eğitimin ulusun en yaşamsal konusu olduğu fikrine getirmiştir.

Atatürk’ün istediği eğitim, kendi nesline verilenin tam tersi olacaktı:

  1. Eğitim, eğitilenin eğitim sürecine aktif katılımıyla gerçekleşmek zorundadır.

  2. Eğitim aktif katılımla birlikte mutlaka her düzeyde uygulamalı olacak, öğrenilenin yaşama uygulanıp uygulanamadığı kontrol edilecektir.

  3. Eğitim, mutlaka eğitimin gerektirdiği ve amaçladığı kalitenin sürekli kontrol edilebileceği bir disiplin içinde olacaktır.

  4. Eğitim, öğretileni tekrarlama değil, öğretilenden yararlanarak gerçek yaşam durumlarında problem görme ve problem çözme becerisini kazandırmalıdır

  5. Yani eğitim özgün gözlem yapabilen ve özgün düşünebilen bireyler yetiştirmelidir.



Doğan CÜCELOĞLU’nun birkaç yıl önce ortaya sürdüğü terimlerle konuşursak, Atatürk «kalıplanmış» değil, «gelişmiş» ve sürekli gelişebilen insanı eğitimin esas amacı olarak görüyordu.

Ülkemizde, onun bu görüşleri büyük ölçüde askerî okullarımızda dikkate alınmış ve alınmağa devam etmektedir.

Her düzeydeki sivil okullarımızda da bu görüşleri temel alıp onları gerçekten uygulayabildiğimiz ölçekte gelişmiş, müreffeh, emin bir ülke olacağız - ve onun en önemli arzusunu yerine getirebileceğiz:

Efendiler ve Ey Millet,
İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler müritler, mensuplar memleketi olamaz.
En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyettir.
Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir.

Mustafa Kemâl Atatürk


__________________________________
(1) A.M. Celâl Şengör, İstanbul Teknik Üniversitesi
(2) Das Volk in Waffen, 1883
(3) Atatürk bu kitabı ancak 1914 Mayıs’ında okuyabilmiştir

Hiç yorum yok: