Perşembe, Eylül 11, 2008

Stephen Hawking

1970’de Stephen Hawking, bir kara deliğin enerji içeriğinin bazen bir atomaltı parçacık çifti üretebileceğini ve bunlardan birinin kara delikten kaçabileceğini ileri sürdü. Bu, hayal edilemeyecek kadar uzun bir süre alacak bile olsa bir kara deliğin buharlaşabileceği anlamına gelir. Bu görüşe göre, kara delik sonunda çok büyük miktarlarda gama ışını yayarak patlayacaktı. Hawking’in teorileri bir hayli dikkat çekti. Çok satan eseri Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere, kozmolojinin yeni teorilerine kamuoyunun dikkatini belki de şimdiye dek yazılan tüm kitaplardan daha fazla çeken bir kitaptı. Yazarın kolay anlaşılır tarzı, karmaşık düşünceleri hem basit hem de çekici kılmıştı. Kolay ve zevkli bir şekilde okunuyordu, ama bilim-kurgunun diğer çalışmaları da öyleydi. Fakat maalesef bu kitap, kozmoloji hakkındaki popüler çalışmaların yazarları açısından, mümkün olduğunca mistik bir telden çalmak ve spekülasyonun azamisine ve olguların asgarisine dayalı en tuhaf teorileri ileri sürmek için moda bir kitap haline gelmiş gözüküyor. Gözlemin yerine neredeyse tümüyle matematiksel modeller geçirilmiştir. Bu düşünce okulunun temel felsefesi Stephen Hawking’in şu aforizmasında özetleniyor: “Kimse bir matematik teoremiyle gerçekten tartışamaz.”

Hawking, kendisinin ve Roger Penrose’un, genel görelilik teorisinin “evrenin bir başlangıca ve muhtemelen bir sona sahip olması gerektiği anlamına geldiğini” (matematiksel olarak) kanıtladıklarını iddia eder. Tüm bunların temeli, genel görelilik teorisinin mutlak bir doğru olarak alınmasıdır. Ama yine de paradoksal bir biçimde, büyük patlama anında genel görelilik aniden geçersiz hale gelir. Uygulanabilir olmaktan çıkar, tıpkı tüm fizik yasalarının uygulanabilir olmaktan çıkması gibi, öyle ki ne türden olursa olsun bu patlama anı hakkında hiçbir şey söylenemez. Hiçbir şey, yani en berbatından metafizik spekülasyonlar hariç. Ama buna daha sonra değineceğiz.

Bu teoriye göre uzay ve zaman, evrendeki tüm maddenin sonsuz küçüklükteki tek bir noktaya, matematikçilerin tekillik olarak adlandırdığı bir noktaya yoğunlaştığını varsayan büyük patlamadan önce mevcut değildi. Hawking bu dikkate değer kozmolojik işlemin içerdiği boyutlara şöyle işaret ediyor:

  • Bugün biliyoruz ki, galaksimiz modern teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca biridir, her galaksi kendi içinde birkaç yüz milyar yıldız içermektedir... Bir ucundan diğerine yüz bin ışık yılı uzunluğunda ve yavaşça dönmekte olan bir galakside yaşıyoruz; galaksinin spiral kollarındaki yıldızlar merkez etrafında birkaç yüz milyon yılda bir tur atacak şekilde dönmektedirler. Güneşimiz aslında sıradan, ortalama boyutta, sarı bir yıldızdır ve spiral kollardan birinin iç kesimlerine yakın bir yerdedir. Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu düşündüğümüz Aristoteles ve Ptolemaios’ tan bu yana hiç kuşkusuz epey yol katettik!

Aslına bakılırsa, burada sözü edilen çok büyük miktarlardaki madde, evrendeki madde miktarı hakkında gerçek bir fikir vermiyor. Her an yeni galaksi ve süper kümeler keşfedilmektedir ve bunun bir sonu da yoktur. Aristoteles’ten bu yana bir bakıma çok yol kat etmiş olabiliriz. Ama diğer açıdan, öyle görünüyor ki onun çok gerisindeyiz. Aristoteles asla, zamanın varoluşundan önce bir zamandan bahsetme yanlışını yapmazdı, ya da tüm evrenin gerçekte bir hiçlikten yaratıldığını iddia etmezdi. Buna benzer düşünceler bulmak için, birkaç bin yıl geriye, Musevi-Babil Yaratılış efsanelerinin çağına gidilmesi gerekirdi.


Ne zaman birileri bu yöntemleri protesto etmeye çabalasa, haylaz bir okul öğrencisinin okul müdürünün odasına sürüklenmesi gibi, derhal ulu Albert Einstein’ın huzuruna çıkarılır ve genel göreliliğe daha fazla saygı göstermesi gerektiği hakkında kaskatı bir derse tâbi tutulur, hiç kimsenin matematik teoremleriyle tartışamayacağı konusunda bilgilendirilir ve usulüne uygun bir şekilde cezalandırılması için evine gönderilir. Temel fark şuradadır ki, birçok okul müdürü canlıdır, Einstein ise ölü. Ve bu nedenle kendi teorilerinin bu özgün açıklaması hakkında bir yorumda bulunabilecek durumda değildir. Gerçekte, büyük patlamaya, kara deliklere ve benzerlerine yapılan bir atıf bulmak için Einstein’ın yazılarına bakmak boşunadır. Einstein başlangıçta felsefi idealizme eğilimli olsa da, bilimde mistisizme amansızca karşıydı. Yaşamının son onyıllarını Heisenberg ve Bohr’un öznel idealist görüşlerine karşı savaşmaya harcamış ve gerçekte materyalist bir tutuma yaklaşmıştı. Kendi teorilerinden mistik sonuçlar çıkarılacağından kesinlikle çok endişe duyuyor olmalıydı. Şu güzel bir örnektir:

  • Friedmann’ın bütün çözümleri, geçmişte bir zamanda (on ilâ yirmi milyar yıl önce) komşu galaksiler arasındaki uzaklığın sıfır olması gerektiği şeklinde bir özelliğe sahip. Büyük patlama olarak adlandırdığımız o anda, evrenin yoğunluğu ve uzay-zamanın eğriliği sonsuz olmalıydı. Matematik sonsuz sayılarla tam anlamıyla uğraşamadığından, genel görelilik teorisi (ki Friedmann’ın çözümleri buna dayandırılmıştır), evrende artık kendisinin de işlemediği bir nokta olduğunu öngörür. Böyle bir noktaya matematikçiler tekillik derler. Aslında bütün bilim teorilerimiz, uzay-zamanın girintisiz çıkıntısız ve neredeyse düz olduğu kabulüne dayandırılmıştır, bu nedenle de bu teoriler uzay-zaman eğriliğinin sonsuz olduğu büyük patlama tekilliğinde çökerler. Bu demektir ki, büyük patlamadan önce çeşitli olaylar olsaydı bile kimse bunları daha sonra neler olacağını belirlemekte kullanamazdı, çünkü öngörülebilirlik büyük patlamada çökmüş olacaktı. Aynı şekilde eğer yalnızca büyük patlamadan bu yana olanları biliyorsak, ki durum budur, ondan daha önce neler olduğunu belirleyemeyiz. Bize göre, büyük patlamadan önceki olaylar hiçbir sonuca sahip olamazlar, bu nedenle kendilerini modelin dışına koymak ve zamanın büyük patlamayla başladığını söylemek zorundayız.

Bu tip pasajlar, kuvvetle, Ortaçağ skolastiklerinin entelektüel jimnastiklerinden birini hatırlatıyor, bir toplu iğnenin ucunda dans eden meleklerin sayısı kaçtır? Bu bir hakaret değil. Eğer bir argümanın geçerliliği kendi iç tutarlılığıyla belirlenirse, o takdirde Ortaçağ skolastiklerinin argümanları da en az yukarıdakiler kadar geçerlidir. Bu insanlar aptal değillerdi, hepsi son derece eğitimli mantıkçı ve matematikçilerdi, ortaçağ katedralleri kadar karmaşık ve kendine göre kusursuz teorik yapılar dikmişlerdi. Gerekli olan tek şey, onların öncüllerini kabul etmekti ve ardından her şey yerli yerine oturuyordu. Tek sorun ilk öncülün geçerli olup olmadığıydı. Tüm matematiğin ve onun merkezi zaafının genel bir sorunudur bu. Ve tüm bu teori çok büyük ağırlıkla matematiğe dayanmaktadır.

“Büyük patlama olarak adlandırdığımız anda...” Ama eğer ortada zaman yoksa, ona nasıl bir “zaman” atfedebiliriz? Zamanın o noktada başlamış olması gerektiği söyleniyor. O takdirde zamandan önce orada ne vardı? Zamanın olmadığı bir andaki zaman! Bu düşüncenin kendisiyle çelişik doğası apaçık ortadadır. Uzay ve zaman, maddenin varoluş tarzıdır. Eğer ne zaman, ne uzay, ne de madde yoksa, ne vardı? Enerji mi? Ama enerji, Einstein’ın açıkladığı gibi, sadece maddenin bir başka dışavurumudur. Kuvvet alanı mı? Ama kuvvet alanı da bir enerjidir ve zorluk devam eder. Zamandan kurtulmanın yegâne yolu büyük patlamadan önce tek bir şeyin varolduğunu söylemektir: Hiçlik.

Sorun şudur: Hiçbir şeyden bir şeyler elde etmek nasıl mümkündür? Eğer dinsel olarak düşünülecek olursa sorun yoktur; Tanrı evreni hiçlikten yaratmıştır. Katolik Kilisesinin hiçlikten Yaratılış öğretisi budur. Hawking bu gerçekten rahatsızlık duysa da ondan haberdardır, tıpkı sonraki satırlarında söylediği gibi:
  • Birçok insan, zamanın bir başlangıcı olduğu düşüncesinden, muhtemelen ilâhi kudrete şamar patlattığı için pek hoşlanmaz. (Öte yandan, Katolik Kilisesi büyük patlama modelini kavramış ve 1951 yılında bu modelin İncil’le uyum içinde olduğunu resmen açıklamıştır.)
Hawking bu sonucu kabul etmek istemez. Ama kaçınılmazdır. Tüm karışıklık, felsefi olarak yanlış bir zaman kavrayışından çıkmaktadır. Bunun sorumlusu kısmen Einstein’dır, çünkü zamanın ölçümünü zamanın kendisiyle karıştırmakla öznel bir unsuru teoriye katmış oldu. Bir kez daha Newton’un eski mekanik fiziğine duyulan tepki aşırıya kaçtı. Sorun zamanın “göreli” ya da “mutlak” olup olmadığı değildir. Ele alınan temel mesele, zamanın nesnel mi öznel mi olduğudur, zamanın maddenin bir varoluş tarzı mı, yoksa zihinde varolan ve gözlemci tarafından belirlenen tümüyle öznel bir kavram mı olduğudur. Hawking şu satırlarda açıkça öznel bir zaman fikrini benimser:
  • Newton’un hareket yasaları, uzayda mutlak konum fikrine son verdi. Görelilik teorisi de mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi düşünelim. Diyelim ki ikizlerden biri bir dağın tepesinde yaşasın, diğeri ise deniz seviyesinde. İlk ikiz ikinciden daha hızlı yaşlanacaktır. Bu nedenle eğer tekrar karşılaşırlarsa, biri diğerinden daha yaşlı olacaktır. Bu durumda, yaş farkları çok az olabilir, ama eğer ikizlerden biri yaklaşık olarak ışık hızında hareket eden bir uzaygemisiyle uzun bir yolculuğa gitmiş olsaydı bu yaş farkı çok daha büyük olurdu. Geri döndüğünde, dünyada kalan kardeşinden çok daha genç olurdu. Bu ikizler paradoksu olarak bilinir, ama bu, ancak insan zihninin derinlerindeki mutlak zaman düşüncesine sahip olan biri için bir paradokstur. Görelilik teorisinde zamanın tek bir mutlak ölçüsü yoktur, bu kişinin nerede olduğuna ve nasıl hareket ettiğine bağlıdır?**

Zamanın ölçümünde öznel bir unsurun bulunduğu tartışmalı bir konu değildir. Zamanı, belirli bir referans dizgesine göre ölçeriz, ki bu dizge bir yerden diğerine değişebilir ve değişir de. Londra’daki zaman Sydney’deki ya da New York’taki zamandan farklıdır. Ama bu, zamanın tümüyle öznel olduğu anlamına gelmez. Evrendeki nesnel süreçler ister onları ölçebilelim ister ölçemeyelim işlemeye devam ederler. Zaman, uzay ve hareket nesnel konulardır ve ne bir başlangıçları ne de bir sonları vardır.

Engels’in bu konuda söylediklerini burada hatırlatmak ilginç olacaktır:

  • Devam edelim. Demek ki zamanın bir başlangıcı vardı. Peki bu başlangıçtan önce ne vardı? O sıralar kendisiyle özdeş, değişmez bir durumda bulunan evren mi? Ve bu durumda, birbirini izleyen hiçbir değişiklik olmadığından, daha da özelleşmiş bir zaman fikri daha da genel bir varlık fikrine dönüşür. İlkin, burada, Bay Dühring’in kafasında hangi kavramların değiştiğiyle en ufak bir şekilde ilgilenmiyoruz. Tartışılan mesele, zaman fikri değil, Bay Dühring’in kendisini hiç de o kadar kolay kurtaramadığı gerçek zamandır. İkincisi, zaman kavramı daha genel bir varlık fikrine ne kadar dönüşmüş olabilirse olsun, bu bizi bir adım bile ileri götürmez. Çünkü tüm varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır, ve zaman dışında bir varlık, uzay dışında bir varlık kadar büyük bir saçmalıktan ibarettir.
  • Hegelci “ezeli varlık” ve neo-Schellingci “önceden tasarlanamaz varlık”, bu zaman dışı varlığa kıyasla akılcı tasarımlardır. Bu nedenle Bay Dühring çok büyük bir ihtiyatla işe girişiyor; aslında bu pekâlâ bir zamandır, ama zaman denilemeyecek bir zaman; zamanın kendisi gerçek parçalardan oluşmaz ve yalnız bizim kavrayışımız tarafından keyfi bir biçimde parçalara ayrılır –yalnızca zamanın ayırt edilebilen olgularla gerçek dolduruluşu sayılabilirliğe elverişlidir–, boş bir süre yığılmasının ifade ettiği şey tamamen tasavvur edilemezdir. Bu yığılmanın ne anlama geldiğinin burada hiçbir önemi yok; sorun, dünyanın, burada varsayıldığı durumda sürüp sürmediği, bir zaman süresinden geçip geçmediğidir. Uzun zamandır biliyoruz ki böylesi içeriksiz bir süreyi ölçmekle hiçbir şey elde edemeyiz, tıpkı herhangi bir hedef ya da amacımız olmaksızın boş uzayda ölçüm yapmakla hiçbir şey elde edemeyeceğimiz gibi. Ve Hegel tam da bu yöntemin can sıkıcılığından ötürü, bu sonsuzluğu kötü sonsuzluk olarak adlandırır.***

______________________
* S. W. Hawking, A Brief History of Time, From the Big Bang to Black Holes, s.34. [Zamanın Kısa Tarihi, Büyük Patlamadan Kara Deliklere, Milliyet Y., Şubat 1989, s.59-60]
** Hawking, age, s.46-7 ve 33. [age, s.71-72 ve 54-55]
*** Engels, Anti-Dühring, s.64-5. [Anti-Dühring, s.115-116]

Hiç yorum yok: