Perşembe, Eylül 11, 2008

Bos Bir Soyutlama

Tüm bu mistik fikirler, zamanı gözlemciye bağlı kılan (“gözlemciye göre”) öznel zaman yorumundan kaynaklanır. Ama zaman nesnel bir olgudur, yani gözlemciden bağımsızdır. Talihsiz bir astronotu senaryoya katma ihtiyacı bilimsel bir gereklilikten doğmuyor, tersine “görelilik teorisi” bayrağı altında saklanan belli bir felsefi bakış açısının ürünüdür bu. Görüyorsunuz işte, zamanın “gerçek” olması için, onu kendi bakış açısıyla yorumlayabilecek bir gözlemciye ihtiyaç vardır. Tahminen, eğer bir gözlemci olmasaydı, zaman da olmazdı! En saçmasından bir muhakemeyle, bu gözlemcinin kara deliğin zararlı etkilerine karşı, keyfi bir hipotez tarafından, ne idüğü belirsiz bir “zayıf kozmik sansür” tarafından korunduğu söylenir. Ne var ki, deliğin içinde zaman diye bir şey yoktur. Yani deliğin dışında zaman vardır ama bir adım ötede yoktur. Bu iki durum arasındaki sınırda, karşımızda gizemli olay ufku çıkar, onun da ne olduğu belli değildir.

En azından, öyle görünüyor ki, olay ufkunun ötesinde neler olup bittiğini anlamaya dönük tüm beklentilerimizi bir tarafa bırakmak zorundayız, çünkü Hawking’e göre, orası “dış dünyanın bakışlarından yeterince gizlenmiştir.” Karşımızda duran şey Kantçı kendinde-şeyin 20. yüzyıldaki eşdeğeridir. Ve kendinde-şey gibi, bunun da anlaşılmasının hiç de o kadar zor olmadığı ortaya çıkar. Karşımızda duran şey matematik modellerden beslenen ve gerçek sanılan, zaman ve uzaya ilişkin mistik bir idealist bakış açısıdır.

Zaman ve uzay, maddenin en temel nitelikleridirler. Daha doğrusu maddenin varoluş tarzıdırlar. Kant, eğer maddenin tüm fiziksel niteliklerini bir tarafa bırakacak olursak, elimizde kalanın zaman ve uzay olacağına işaret etmişti. Ama bu gerçekte boş bir soyutlamadır. Zaman ve uzayın, maddenin fiziksel niteliklerinden ayrı olarak varolmaya devam edebilmesi, insanın elma ya da portakal değil de genel olarak “meyve” yiyebilmesinden ya da genel olarak kadın türüyle sevişmesinden daha mümkün değildir. En küçük bir doğruluğu bile bulunmadığı halde Marx’a karşı, onun, Tarihi insanların bilinçli katılımı olmaksızın gerçekleşen bir şey olarak, Ekonomik Güçlerin ya da bir başka şeyin bir sonucu olarak kavradığı şeklinde suçlamalar yöneltilmişti. Gerçekte Marx çok açık bir şekilde ortaya koyar ki, Tarih hiçbir şey yapamaz ve insanlar bütünüyle kendi “özgür iradelerine” göre olmasa da kendi tarihlerini kendileri yaparlar.

Hawking, Penrose ve diğerleri, özellikle, hatalı bir şekilde Marx’a atfedilen bu yanlışı yapmaktan suçludurlar. Kendisine bir yaşam ve bir irade bahşedilen ve böylece somutlaşan boş bir Tarih soyutlaması yerine, karşımıza diktikleri şey, doğan ve ölen ve genellikle her türlü numarayı çeken bağımsız bir varlık olarak tasavvur edilen eş derece boş Zaman soyutlaması, ve yanı başında da kendisinin en yakın dostu olan, ortaya çıkan ve çöken ve sanki kozmik bir ayyaşmışçasına bükülen, ve bahtsız astronotları kara deliklerde yutarak bitiren bir Uzay soyutlamasıdır.

Bunlar bilim-kurguda güzeldirler, ama evreni kavramanın bir aracı olarak pek yararlı değildirler. Açıkçası, diyelim ki nötron yıldızları hakkında kesin bir bilgi edinmenin önünde muazzam pratik zorluklar var. Bir anlamda, evren karşısında kendimizi, ilk insanların doğal olgular karşısındaki durumuna kabaca benzer bir durumda buluyoruz. Yeterli bilgiden yoksun olarak zor ve üstü örtük şeylerin akla uygun bir açıklamasını bulmaya çalışıyoruz. Kendi kaynaklarımıza geri dönüyoruz; yani akıl ve hayal gücüne. Anlaşılmadıklarında olgular gizemli görünürler. Anlamak için hipotezler geliştirmek gerekir. Bu hipotezlerden bazılarının yanlış olduğu anlaşılacaktır. Bu, özünde pek de bir sorun arz etmez. Tüm bilim tarihi yanlış bir hipotezin peşinden gitmenin önemli keşiflere yol açışının örnekleriyle doludur.

Ne var ki, hipotezlerimizin makul ölçülerde akla uygun bir karakteri olmasını sağlamaya çalışma sorumluluğumuz vardır. Bu noktada felsefe çalışması vazgeçilmez bir hale gelir. Evrene bir anlam verebilmek için ilkel efsanelere ve dinlere geri dönmek zorunda mıyız? Aslında bu efsanelere ve dinlere sımsıkı bağlı olan idealizmin gözden düşmüş fikirlerini canlandırmamız mı gerekiyor? Tekerleği yeniden icat etmemiz gerçekten gerekli mi? “Hiç kimse matematiksel bir modelle gerçekten tartışamaz.” Belki öyledir. Ama bizi aşağıdaki gibi sonuçlara çıkartan yanlış bir felsefi öncülle ve idealist bir zaman yorumuyla tartışmak bal gibi de mümkündür:

  • Genel görelilik denklemlerinin, astronotumuzun çıplak bir tekillik görmesini mümkün kılan bazı çözümleri mevcuttur: Belki tekilliğe çarpmaktan kurtulabilir ve bunun yerine bir “solucan deliği”ne düşüp evrenin bir başka bölgesine geçebilir. Bu durum uzayda ve zamanda seyahat açısından büyük olanaklar sunardı, ama ne yazık ki bu çözümlerin hepsinin oldukça istikrarsız oldukları görülüyor; örneğin bir astronotun varlığı gibi en küçük bir dış etki, bu çözümleri, astronotun çarpıncaya dek tekilliği görememesine ve kendisi için zamanın sona ermesine yol açacak şekilde değiştirebilir. Diğer bir deyişle, tekillik daima onun geleceğinde kalır, asla geçmişinde olamaz. Kozmik sansür hipotezinin en güçlü versiyonu, gerçekçi bir çözümde, tekilliklerin her zaman hem gelecekte (kütleçekimsel çöküşlerin tekillikleri gibi) hem de geçmişte (büyük patlama gibi) uzanabileceğini ileri sürer. Sansür hipotezinin bazı versiyonlarının geçerliliğine umut bağlanıyor, çünkü böylece çıplak tekilliklerin yakınlarında geçmişe yolculuk mümkündür. Bu durum bilim-kurgu yazarları açısından mutluluk verici de olsa, hiç kimsenin hayatı güvence altında olmazdı: Birileri geçmişe gidebilir ve babanızı ya da size gebe kalmadan önce annenizi öldürebilirdi.*

“Zaman yolculuğu” zararsız bir eğlence kaynağı olabilen bilim-kurgunun sayfalarından çıkmadır. Ama hiç kimsenin, büyükannelerini ortadan kaldıran düşüncesiz bir zaman yolcusu tarafından kendi varlıklarının tehlikeye atılmasından endişe duymaması konusunda ikna ediliyoruz. Açıkçası, birilerinin bunun bariz bir saçmalık olduğunu fark etmesi için sorunun yalnızca ortaya konulması yeterlidir. Zaman sadece bir yönde ilerler, geçmişten geleceğe ve bu tersine çevrilemez. Astronot dostumuz kara deliğin dibinde ne bulursa bulsun, zamanı tersine çevrilmiş halde ya da “durmuş” bulamayacaktır (derhal oracıkta kütleçekim kuvvetinin etkisiyle parçalara ayrılacağından dolayı, zamanın –başka birçok şey gibi– onun için bitmiş olması hariç).

Bilimi bilim-kurguyla karıştırma eğiliminden bahsetmiştik. Şunu da eklemeliyiz ki, bilim-kurgunun büyük bir kısmına yarı-dini, mistik ve idealist bir ruh sinmiştir. Uzun zaman önce Engels, felsefeyi küçümseyen bilimcilerin sık sık her tür mistisizmin kölesi haline geldiklerine dikkat çekmişti. Doğal Bilimler ve Ruh Dünyası başlığını taşıyan bir makalesinde şunları yazmıştı:

  • Bu ekol İngiltere’de egemendir. Bu ekolün babası olarak yere göğe sığdırılamayan Francis Bacon, her şeyden önce, insan ömrünün uzatılmasını, belli bir ölçüde gençleşmeyi, insan boyunun ve çizgilerinin değişmesini, bedenin başka biçimlere bürünmesini, yeni türlerin üretilmesini, iklim üzerinde egemenliği ve fırtınalar üretmeyi sağlamak için kendisinin yeni ampirik, tümevarımcı yönteminin uygulanması isteğini dile getirmişti. Bacon, bu tip araştırmaların terk edilmiş olmasından yakınır ve doğa tarihi adlı eserinde altın yapmak ve çeşitli mucizeler gerçekleştirmek için kesin reçeteler verir. Benzer şekilde Isaac Newton da, ömrünün sonlarında St. John’un Vahiylerini yorumlamakla meşgul olmuştu. O halde, eğer son yıllarda İngiliz ampirizmi kimi temsilcilerinin şahsında –ki bunlar hiç de en kötüleri değildirler– Amerika’dan ithal edilen ruh çağırıcılığının ve büyücülüğün zavallı kurbanları haline gelmiş gözüküyorsa buna şaşmamak gerekir.**

Hiç şüphe yok ki Stephen Hawking ve Roger Penrose parlak bilimciler ve matematikçilerdir. Sorun şu ki, eğer yanlış bir öncülden yola çıkarsanız, kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlar çıkarırsınız. Hawking kendi teorilerinden dini birtakım sonuçlar çıkarılabileceği düşüncesinden açıkça rahatsız oluyor. 1981’de Vatikan’da kozmoloji üzerine Cizvit papazlarınca düzenlenen bir konferansa katıldığını belirtiyor ve şu yorumda bulunuyor:

  • Katolik Kilisesi güneşin dünya etrafında dolaştığını ilân ederek bilimsel bir sorun hakkında bir yasa ileri sürmeye çalıştığında, Galileo konusunda büyük bir yanlış yapmıştı. Bugün, yüzyıllar sonra, kozmoloji hakkında akıl danışmak için bir dizi uzmanı davet etmeye karar vermiştir. Konferansın sonunda katılımcılar bir lütuf olarak Papayla görüştürüldüler. Papa da bize, evrenin büyük patlamadan sonraki evrimini incelememizde bir sorun olmadığını, ama büyük patlamaya burnumuzu sokmamamızı, çünkü onun Yaratılış anı ve dolayısıyla Tanrının işi olduğunu anlattı. O zaman, biraz önce konferansta yaptığım konuşmanın konusundan haberdar olmayışına çok sevindim. Çünkü konuşmam, uzay-zamanın sonlu ama sınırsız olabileceği, yani bir başlangıcının, bir yaratılış anının olmadığı konusundaydı. Ölümünden tam 300 yıl sonra doğmuş olmamın da biraz etkisiyle kendimi güçlü bir şekilde özdeşleştirdiğim Galileo’nun yazgısını paylaşmak istemiyordum!***

Açıkçası, Hawking, kendisiyle Yaratılışçılar arasına bir çizgi çekmek istiyor. Ama girişimi pek başarılı değil. Evren nasıl sonlu ama yine de sınırsız olabilir? Matematikte, 1 sayısıyla başlayan sonsuz sayı serileri elde etmek mümkündür. Ama pratikte, sonsuzluk düşüncesi 1 ile ya da başka herhangi bir sayıyla başlayamaz. Sonsuzluk matematiksel bir kavram değildir. Sayılamaz. Hegel’in kötü sonsuzluk olarak adlandırdığı şey bu tek taraflı “sonsuzluk”tur. Engels, Dühring ile yürüttüğü polemikte bu soruna değinir:

  • Peki ya “sayılmış sonsuz sayı serisinin” çelişkisi nedir? Bay Dühring bizim için bunu sayma hünerini gösterir göstermez, bu çelişkiyi daha yakından inceleyecek durumda olacağız. Bay Dühring –¥’dan (eksi sonsuz) 0’a kadar sayma görevini tamamlar tamamlamaz gelsin. Çok açıktır ki, nereden saymaya başlarsa başlasın, kendi ardında sonsuz bir seri ve böylelikle de tamamlaması gereken görevi bırakacaktır. Sadece kendi 1+2+3+4+... sonsuz serisini tersine çevirsin ve sonsuzdan başlayarak gerisin geriye 1’e kadar saymayı denesin; açıktır ki böyle bir işe ancak meselenin ne olduğundan en ufak bir haberi bile olmayan birileri girişebilirdi. Dahası da var. Bay Dühring geçmiş zamanın sonsuz serisinin sayılmış olduğunu iddia ettiğinde, böylelikle zamanın bir başlangıcı olduğunu ileri sürer; çünkü aksi takdirde “saymaya” hiçbir şekilde başlayamamış olurdu. Öyleyse, bir kez daha, kanıtlaması gereken öncülü el altından kabul ettirir. Sayılmış bulunan bir sonsuz seri düşüncesi, diğer bir deyişle, her şeyi kapsayan Dühring Belirli Sayı Yasası bir contradictio in adjecto, yani kendi içinde bir çelişki içeren ve üstelik saçma bir çelişki içeren bir çelişkidir.
  • Açıktır ki, bir sonu olan ama başlangıcı bulunmayan bir sonsuzluk, başlangıcı olan ama sonu olmayan bir sonsuzluktan ne daha çok ne de daha az sonsuzdur. En küçük diyalektik bir bakış bile, Bay Dühring’e, başlangıç ile sonun tıpkı Kuzey Kutbu ile Güney Kutbu gibi birbirlerine zorunlu olarak bağlı bulunduklarını ve eğer son bir tarafa bırakılırsa, başlangıcın tam da son haline –serinin sahip olduğu tek son haline– geleceğini ve bunun tersinin de doğru olduğunu fısıldardı. Sonsuz serilerle çalışma matematiksel alışkanlığı olmasa, tüm yanılsama imkânsız olurdu. Matematikte belirsize, sonsuza varmak için belirli, sonlu terimlerden başlamak gerektiğinden dolayı pozitif ya da negatif tüm matematiksel seriler 1’le başlamak zorundadır, aksi takdirde hesaplama işinde kullanılamazlar. Ama matematikçinin mantıksal gereksinimi gerçek dünya için zorunlu bir yasa olmaktan çok uzaktır.****

Stephen Hawking, bu rölativistik spekülasyonu, kara delikler üzerine yaptığı çalışmayla bizi tam da bilim-kurgu dünyasına sürükleyen en aşırı uca kadar götürdü. Büyük patlamadan önce ne olduğuna ilişkin münasebetsiz sorunun kıyısından dolaşmak için, her an varolan ve güya birbirine “solucan delikleri”yle bağlı “bebek evrenler” düşüncesi ileri sürüldü. Lerner’in alaycı bir şekilde değindiği gibi: “Bir çeşit kozmik doğum kontrolü için dilenir gözüken bir görüştür bu.”***** Ciddi bilimcilerin böylesi gülünç düşüncelere itibar etmeleri gerçekten de şok edicidir.

“Sınırsız bir sonlu evren” düşüncesi de, sürekli olarak değişen, ebedi ve sonsuz bir evren gerçekliğine dayanmayan bir başka matematiksel soyutlamadır. Bu bakışı bir kez benimsediğimizde, “solucan deliklerine”, süpersicimlere, tekilliklere vb. ilişkin mistik spekülasyonlara da ihtiyaç kalmaz. Sonsuz bir evren, bir başlangıç ya da son aramamızı değil, yalnızca hareket, değişim ve gelişmenin sonu olmayan sürecinin izini sürmemizi gerektirir. Bu diyalektik kavrayış Cennet ya da Cehenneme, Tanrı ya da Şeytana, Yaratılış ya da Kıyamete yer bırakmaz. Ama aynı şey, büyük ihtimalle “Tanrının aklından geçenleri öğrenmeye” çalışma noktasına varan Hawking için söylenemez.

Gericiler bu gülünç manzara karşısında ellerini ovuşturuyor ve bilimde hüküm süren obskürantizm akımlarını kendi amaçları için kullanıyorlar. Büyük sermayenin akıl hocası William Rees-Mogg şöyle yazıyor:

  • Dünyanın her yerindeki birçok toplumda faaliyet yürüten dini hareketlerin, çok zor bir ekonomik dönemden geçersek çok büyük ihtimalle oldukça güçleneceğini düşünüyoruz. Din güçlenecektir, çünkü bilimin bugünkü hamleleri gerçekliğin dini kavranılışını artık zayıflatmıyor. Aslında, yüzyıllardır ilk kez bilim dini destekliyor.******

________________________
* Hawking, age, s.89. [age, s.120-121]
** Engels, The Dialectics of Nature, s.68-9. [Doğanın Diyalektiği, s.62-63]
*** Hawking, age, s.116. [age, s.152]
**** Engels, Anti-Dühring, s.62-3 [Anti-Dühring, s.114-115]
***** E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.161.
****** W. Rees-Mogg ve J. Davidson, age, s.447

Hiç yorum yok: