Perşembe, Eylül 11, 2008

Doppler Etkisi

1915’te, Albert Einstein genel görelilik teorisini ileri sürdü. Bundan önce yaygın evren görüşü, Sir Isaac Newton tarafından 18. yüzyılda geliştirilen klasik mekanik modelden türetilmişti. Newton’a göre evren birtakım değişmez hareket yasalarına uyarak tıkır tıkır işleyen muazzam büyüklükte bir saat mekanizması gibiydi. Boyutları sonsuzdu, ama özde değişmeyen bir evrendi. Bu evren görüşü tüm diyalektik olmayan, mekanik teorilerin kusurlarından nasibini almıştı. Statikti.

1929’da Edwin Hubble yeni bir güçlü teleskop kullanarak, evrenin daha önce düşünüldüğünden çok daha büyük olduğunu gösterdi. Üstelik, daha önce gözlemlenmemiş bir olguyu da fark etti. Işık, hareket eden bir kaynaktan gözümüze geldiğinde frekansında bir değişim olur. Bu durum, tayf (spektrum) renkleriyle ifade edilebilir. Bir kaynak bize doğru yaklaşırken, bu kaynaktan çıkan ışığın frekansının, tayfın yüksek frekans tarafına (mor renge) doğru kaydığını görürüz. Kaynak bizden uzaklaştığındaysa, tayfın düşük frekans tarafına (kırmızı renge) doğru bir kayma görürüz. İlk defa Avusturyalı Christian Doppler tarafından geliştirilen ve onun ardından “Doppler Etkisi” olarak adlandırılan bu teorinin astronomiye büyük katkıları vardı. Yıldızlar, gözlemcilere karanlık bir zemin üzerindeki bir ışık deseni olarak görünür. Birçok yıldızın tayfının kırmızıya doğru bir kayma gösterdiğini fark eden Hubble’ın gözlemleri, galaksilerin, uzaklıklarıyla doğru orantılı bir hızla bizden uzaklaşmakta olduğu fikrini doğurdu. Hubble evrenin genişlediğini düşünmemiş olsa da, bu yasa Hubble Yasası olarak tanındı.

Hubble, kırmızıya kayma ile galaksilerin görünen parlaklıklarıyla ölçülen uzaklıkları arasında karşılıklı bir ilişkinin [korelasyon] olduğunu gözlemledi. O dönemde gözlemlenebilen en uzak galaksilerin saniyede 25.000 mil hızla uzaklaşmakta oldukları ortaya çıktı. 1960’larda 200 inçlik yeni teleskobun gelişiyle birlikte, saniyede 150.000 mil hızla uzaklaşan çok daha uzak nesneler keşfedildi. “Genişleyen evren” hipotezi bu gözlemlerin üzerinde inşa edilmişti. Üstelik, Einstein’ın genel görelilik teorisinin “alan denklemleri” bu fikre uydurulabilecek bir tarzda yorumlanabilirdi. Bunun uzantısı olarak, eğer evren genişlediyse, geçmişte daha küçük olması gerekirdi. Sonuç, evrenin tek bir yoğun madde çekirdeği olarak başlamış olması gerektiği hipoteziydi. Aslında bu Hubble’ın fikri değildi. Rus matematikçisi Alexander Friedmann tarafından 1922’de ortaya atılmıştı. Daha sonra George Lemaître ilk defa 1927’de “kozmik yumurta” fikrini ileri sürdü. Diyalektik materyalizm açısından, sürekli bir denge durumunda, ebediyen değişmez, kapalı bir evren fikri açıkça yanlıştır. Bu nedenle, böylesi bir evren görüşünün terk edilmesi şüphesiz ileri bir adımdı.

Hubble ve Wirtz’in gözlemleriyle Friedmann’ın teorilerine hatırı sayılır bir destek verilmiş oluyordu. Bu gözlemler evrenin ya da en azından evrenin gözlemleyebildiğimiz kısmının genişlediğinin işareti gibi görünüyordu. Buna, evrenin, eğer uzayda sonluysa, zamanda da sonlu olması gerektiğini –bir başlangıcı olması gerektiğini– kanıtlamaya çalışan Belçikalı rahip Georges Lemaître tarafından el konuldu. Böyle bir teorinin Katolik kilisesine getireceği yararlar her türlü şüphenin ötesindedir. Bu teori, geçmişte bilim tarafından yüz kızartıcı şekilde evrenden kovulduktan sonra, şimdi Kozmik Ju-ju Man olarak muzaffer bir dönüşe hazırlanan Yaratıcı fikrine kapıları ardına kadar açar. “Lemaître’in teorisinin temel güdüsünün, kendi fiziğini, Kilisenin hiçlikten yaratılış öğretisiyle uzlaştırma ihtiyacı olduğunu daha o zamandan anlamıştım” diyordu yıllar sonra Hannes Alfvén. Lemaître* daha sonraları Papalık Bilim Akademisinin yöneticisi yapılarak ödüllendirildi
____________________
* aktaran: E. J. Lerner, The Big Bang Never Happened, s.214.

Hiç yorum yok: